Jump to content

Önerilen Mesajlar

Kadının ilk çağlardaki toplayıcılık görevi onu bitkiler konusunda uzmanlaştırmıştır. Kadının bu dönemde iktidar kaynağı olan insan soyunun devamlılığını sağlayabilme yetisine sahip olmasına ek olarak bitkiler konusundaki uzmanlığı nedeniyle şifacılık niteliği onun bu iktidarını pekiştirmesini sağlamıştır.

 

Verimliliği simgeleyen varlığı, yaşamın sürdürülmesinde ve korunmasında sahip olduğu işlevin, tanrısallık yetenekleriyle ilişkilendirilmesi, giderek tanrıçalaştırılmasının nedeni olmuştur.

 

Bu görüşe paralel olarak Achterberg de, kadının, insanlığın var oluşuyla birlikte bilgelik ve gücün olağanüstü kaynağı sayıldığını, can vermek ve can kurtarmak gibi can almak ve sakatlamak yetisine de sahip olmasının onun duyuların ötesindeki dünyaya açılan bir kapı olarak hizmet ettiğini ve özellikle doğuran ve yavrularını kendi bedeninden besleyen kadının gizemli ve güçlü olduğunu ifade etmiştir.

 

Fakat insanlığın toplumsal evriminde kadın bu güçlü konumunu kaybetmiştir. Tüm kamusal alanlarda olduğu gibi kadının sağlık alanındaki etkinliği de denetim altına alınmış, bu etkinlikleri dolayısıyla suçlanmış, baskılanmış ve hatta katledilmiştir. Tüm engellemelere rağmen kadın şifacı kimliğini bugüne taşımış, ancak tarihsel seyir içerisinde bu kimliğin bileşenleri dönüşüme uğramıştır.

 

Şifacı/bilge kadının ortaçağda cadı olarak imlenmesi nedeniyle bu kimlik üzerinde durulan çalışmada, kadın kimliğinin bilimsel tıbbın gelişim çizgisindeki yeri ve şifacı/bilge kadının Anadolu geleneksel tıp alanındaki konumuna da değinilmiştir. Çalışmanın uygulama bölümü şifacı/bilge kadının medyadaki temsilini ele almıştır, fakat, ifade etmek gerekir ki, kadın kimliğinin şifacılık uygulamalarındaki yeri ile ilgili çalışmalara rastlamak mümkünken, konuyu medya bağlamında ele alan ikinci bir çalışmaya rastlanmamıştır. Dolayısıyla bu durum çalışma açısından bir sınırlılık oluştursa da çalışmanın literatürdeki bu boşluğa önemli bir katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

 

Şifacı kadınların medyadaki konumunu ele alan bu çalışmada, ulusal televizyon kanallarındaki kadın kuşağı programlarında sıklıkla yer verilen bitkilerle sağaltım konusu ve bu konuya yönelik uzmanların söylemleri içerik analizi yöntemi ile irdelenmiştir. Erkek uzmanların hastalıklara şifa olabilecek bitkisel çareler önermelerine rağmen kadın uzmanların bitkisel önerilerinin güzellik reçetesi olmanın ötesine geçemediğine yönelik sonuç erkek egemen ideolojinin hegemonik karakterini ortaya koymuş ve kadının şifacılık kimliğinin değersizleştirildiği savını desteklemiştir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Cadı Avlarından Önce Şifacı Kadın

 

Kadının geçmişten bugüne hep şifacı olduğunu vurgulayan Achterberg’in ifadesiyle; bugünün kabile kültürlerinde olduğu gibi hastalara bakmak, doğum yaptırmak ve sevdiklerini son uykularına dalarken rahatlatmak kadınların işiydi. Kadın, topraktaki deva ve insan aklında depolanmış şifayı veren sihri arardı Buna paralel olarak, onlar şifalı otlar yetiştiren ve kullanım sırlarının değiş tokuşunu yapan eczacılar, evden eve, köyden köye seyahat eden ebelerdi. Yüzyıllar boyunca kadınlar, kitaplar ve derslerden yasaklı, birbirlerinden öğrenen ve deneyimleri anneden kıza komşudan komşuya geçen diplomasız doktorlardı

 

Mitolojik anlatılarda tanrıçaların aynı zamanda şifa verici yönlerinin olduğuna yönelik bilgiler de bu savı desteklemektedir. Örneğin Grek mitolojisinde sağalttıkları hastalıklara göre adlandırılan tanrıçalardan Diana gebelik ve doğum tanrıçası iken, Minerva genel şifacı ve koruyucuydu, Mater Matuta ise bebeklerin dünyaya gelebilmeleri için rahmi açmakla görevliydi.

 

Batının şifa sistemlerinin ebeveynlerinin Sümerler olduğunu ifade eden Achterberg, Sümer tanrıçası İnanna (ya da İştar)’ın sevgi, şifa ve doğumu temsil ettiğinden ve Gula’nın baş şifacı ve ölümle yeniden dirilişin tanrıçası olduğundan bahsetmektedir.

Tarihsel periyotta rahibelerin aynı zamanda sağaltıma ilişkin bilgi sahibi olması ya da ebelerin aynı zamanda büyü ve dua bilgisine sahip olmaları gerekliliği gibi örnekler de şifacılığın dinsel inançlarla olan girift ilişkisini ortaya koymaktadır.

 

Dinsel inanç sisteminin çok tanrılı ya da tanrıçalı dönemlerden tek tanrılı döneme geçişiyle birlikte Avrupa Hıristiyanlığında “erkek” tanrı bütün iyiliklerin kaynağı sayılırken, din otoritesi olan kilisenin kontrolü ve denetimi dışındaki tüm inanışlar kötü ve şeytani kabul ediliyordu. Halk arasında çoğunlukla fakirlerin ve kadınların şifacılığını yapan kadınlar hem kilisenin denetimi dışında faaliyetlerde bulunmaları hem de Hıristiyan inancı içerisinde “ilk günah” ın müsebbibi olmaları nedeniyle kadınlıklarından dolayı suçlu ve günahkardılar.

 

Kadın cinselliğinin baskılandığı, cinsel ilişkide hazzın bir günah unsuru kabul edildiği ve bu hazzın kadından kaynaklanması nedeniyle kadının bir kez daha günahkar olduğu bu dönemde yeni bir insanın dünyaya gelme süreci de, erkeğin cinsel ilişkide kadına bir döl bıraktığı, kadının bunu kendinden bir şey katmadan sadece taşıdığı ve doğan bu yeni insanın ancak yine bir erkek olan rahibin vaftizi neticesinde ruhunun kurtuluşa ereceği ve güvende olacağı inancına dayanmaktaydı.

 

Aynı dönemde çeşitli salgın hastalıklar, doğal felaketler, açlık ve savaşlar nedeniyle insan nüfusunun azalması (ki nüfus yoğunluğu politik bağlamda işgücü ve savaşacak asker olarak bir ulusun zenginlik kaynağı idi) kadınların doğum yapmalarına yönelik beklenti ve baskıları arttırmıştır. Bunun yanında dönemin şartları dahilinde doğum olayının hayati riski yüksek bir deneyim olması kadınların doğum kontrolü ve düşük yapmayı tercih etmelerine neden olmuştur.

 

Dolayısıyla kadınların üreme ile ilgili işlevlerini kontrol altına almaya çalışan kilise uygulamalarına karşılık kadın şifacıların özellikle doğum kontrolü ve kürtaja yönelik uygulamaları cadı avlarında suçlanmaları için meşru bir zemin oluşturmuştur.

Şifacı kadınlar, yüzyıllara dayanan kadın geleneği dahilinde, nesilden nesile aktarılan bilgi birikimiyle şifalı bitkileri sağaltmak için kullanmışlar ancak bu bitkilerin etkisini arttırmak için büyü ya da sihir denen ritüelleri de uygulamışlardır. Fakat bu kadınların yaptıkları büyülerin kaynağının tanrıdan mı yoksa şeytandan mı olduğuna yönelik problem onların cadı olarak suçlanmasını kolaylaştırmıştır.

 

Ki bubağlamda şifacı kadınların uygulamalarının zarar ya da yarar getirmesi de durumu değiştirmemiştir. Çünkü ‘cadı birçok yönden yararlıysa, zarar vermiyorsa ve birçok iyilik sağlıyorsa, yine de Tanrı’yı, kralını ve valisini yadsıdığından, kendisini başka yasalarla Tanrı ve kilisesinin düşmanlarının hizmetine verdiğinden, ölüm onun Tanrı tarafından adaletle verilen payıdır: O yaşamamalıdır’ diyen İskoç papazın bu sözünden de anlaşılacağı gibi cadı ya da şifacı/bilge kadın dinin yasalarına uymadığı ve şeytanla işbirliği içerisinde olduğu için suçludur.

 

Süreç içerisinde kadınların din içerisindeki statülerinin ve sağaltım işlevlerinin erkekler lehine bozulması kadınların bu alanlardan dışlanmasıyla sonuçlanmıştır. Fakat bu noktada çelişkili olan, kadının şifacılık pratiği legal olan kutsal alanın dışına itilmesine rağmen kuşaklar boyu varlığını bu mistik alanın illegal boyutunda koruyabilmiş olmasıdır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Cadı Kimliği ve Cadı Avları

 

Türkçe karşılığı cadı olan “witch” kelimesinin aşağılama niyetiyle kullanıldığını söyleyen Estes, bilge ve akıllı anlamına gelen wit sözcüğünden türeyen bu sözcüğün yaşlı ya da genç şifacılara verilen bir ünvan olduğunu ifade etmiştir.

 

Türkçedeki haliyle “cadı” sözcüğü ise Farsça cadû dan gelmekte olup, büyücü, gulyabani, hortlak, karakoncolos, vampir, çirkin kocakarı, acuze ve çok güzel göz

anlamlarına gelmektedir.

 

Genellikle bilinen, edebi metinlerde kötü karakter olan cadı imgesidir. Folklorik bir öğe olarak masal cadısını Akın şöyle tarif etmektedir: iri burnu, içine çökmüş

kırmızı gözleri, bin bir müsibet dağıtmak için üzerine bindiği süpürgesi ve omzundan hiç ayrılmayan kara kargası ile yaşlı bir cadalozdur .

 

Fakat, cadı avları sırasında suçlanan kadınların cadılık kimliği bu geleneksel ya da folklorik cadıdan farklı olarak şeytanla işbirliği içinde kötü büyü yapma niteliği üzerine kurgulanmıştır.

 

Cadı kimliği politik, dini ve cinsel bağlamlarda inşa edilmiştir. Antik çağ söylenceleri içerisindeki demon inanışları ve daha sonra dini metinlerin yorumlanması temelinde ortaya çıkan kadın karşıtı söylemler bağlamında yeşermiş bir olgu olarak cadılık devlet otoritesince de desteklenmiştir. Eklemek gerekir ki, 14. Yüzyıla kadar geleneksel nitelikleri ile ön planda olan cadı kimliği bu dönemden sonraki

toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşüm süreci içerisinde bütün kötülüklerin kaynağı olarak özellikle Kilise’nin hedefi haline gelmiş ve bu süreçte şeytani bir nitelik kazanmıştır.

 

Cadının sadece büyü yapan bir birey değil dine karşı örgütlü bir mücadelenin parçası olarak kabul edilmesi ve toplumdan dışlanmış kimlikler arasında cadıların ayırt edici özelliklere sahip olmaması, cadı avlarının bir sürek avına ve yüzyıllarca süren bir çılgınlığa dönüşmesini sağlamıştır. Çünkü cadı, kilisedeki Pazar ayininde sözde inançlı bir Hıristiyan, pazar yerinde namuslu bir satıcı, tarlada çalışkan bir çiftçi, evde kocasına sadık bir eş kılığında her zaman her yerde masum insanların arasına sızabilen dış görünüşü itibariyle diğerlerinden farksız bir kimliktir. Ayrıca cadılık, bütün Hıristiyan dünyasına karşı oluşturulmuş kolektif bir isyan hareketi, şeytana tapan yeni bir mezhep olarak da görülmüştür.

 

Cadılık ve cadı avlarını konu alan literatür içerisinde adı sıkça yer alan Malleus Maleficarum (Cadıların Çekici ya da Cadıların Kafasına İndirilen Balyoz) cadı avlarının sayısının artmasında ve daha geniş bir coğrafyaya yayılarak kitlesel bir çılgınlığa dönüşmesi sürecinde önemli bir rol oynamıştır. 1486 yılında Dominiken engizitörü Heinrich Kramer tarafından yazılan ve 1669’a kadar çeşitli dillerde yirmi dokuz

baskısı yapılan bu kitap 18. yüzyılın ortalarına kadar Avrupa’nın en ücra köşelerindeki taşra papazlarından Roma’daki papalara, gezici vaizlerden başpiskoposlara, engizitörlerden sivil mahkemelerin hakimlerine varıncaya kadar çok geniş bir kesimin başucu kitabı olmuştur. Demonoloji konseptine ilişkin argümanları

Aziz Augustinus ve Aziz Tommaso’ya dayanan kitabın ana eksenini, kadınların cadılığa (kötülüğe) yatkın olduklarına dair Hıristiyanlığın ilk dönemlerinden beri kabul gören inanışı ispata yönelik çaba oluşturmaktadır.

 

Yalın bir dille yazılmış olan kitapta cadıların doğası, varlık nedenleri, cadılarla mücadelede kullanılacak yöntemler, cadı davalarındaki sorgulama ve yargılama usulleri ve verilecek cezaların türlerine kadar ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Kadınların yaratılışlarından gelen cinsel doyumsuzluklarının erkekler üzerinde dişiliklerini kullanarak hakimiyet kurmalarına neden olduğu, bu hakimiyetin erkeklerin zürriyetine engel olma ve onları cinselliklerinden bütünüyle yoksun bırakma şeklinde kendini gösterebileceği, yine kötülüğe yatkın doğası nedeniyle kolayca şeytana uyup Hıristiyanlığın kutsal saydığı değerlere olan inancını

yitirmesine sebep olabileceği gibi ifadelere yer verilmektedir .

 

Cadı davalarında suçlanan kadınların demografik profilini ya da cadılığa yönelik belli bir stereotip ortaya koymak imkansızdır. Çünkü cadı olarak ihbar edilen kadın genç ve güzel olduğu için bir erkeği büyülemekle ya da çocuk doğurmamakla da suçlanabiliyor, toplumsal alanın bir kenarına itilmiş yaşlı ve özürlü bir kadın da olabiliyordu. Ters giden her durumun (yağmur yağmaması, ineğin süt vermemesi, bir

erkeğin cinsel işlevlerini yitirmesi gibi) kaynağı olarak cadılar gösteriliyor, bazen suçu kendisine bildirilmeksizin ya da ifadesi alınmaksızın yakalanıp cadı olduğu gerekçesiyle idam ediliyordu. Dolayısıyla kadınlar sadece ebelik, şifacılık ya da büyücülük yaptıkları için değil, sadece kadın oldukları için türlü bahanelerle cadılıkla suçlanabiliyordu. Achterberg’in ifadesiyle, bu gibi suçların sıkıcı bir eşten ya da işlere burnunu sokan bir kaynanadan kurtulmak için iyi bir yol olduğu belgelenmişti

 

Kadının ister mazbut bir evlilik hayatı olsun isterse cinsel ilişkilerini özgürce yaşasın bu suçun sanığı olabiliyordu fakat elbette kadın cinselliğini ve cinsel ilişkide hazzı kötücül kabul eden dini inancın gerekliliğine aykırı olması temelinde cadılık suçlaması, cinsel özgürlüğünü yaşayan kadınlar için geçerli ve yaygındı. Federici’nin

ifadesiyle, cadı, yalnızca bir ebe, doğurmaktan sakınan bir kadın ya da komşularından bir parça ekmek, biraz odun çalarak yaşamını sürdürmeye çalışan bir dilenci değildi. O aynı zamanda hafifmeşrep, rastgele cinsel ilişkiye giren bir kadındı

 

Bu noktada, cadı kimliğinin üzerinde uzlaşılmış bir stereotipinin olmayışı nedeniyle kadının cadı olup olmadığını anlamak için yapılan cadılık deneylerinden de bahsetmek gerekmektedir. Cadılık deneyleri, cadılık yaptığı ihbarı üzerine gözaltına alınan, ancak gerçekte cadı olup olmadığı konusunda tereddüt edilen sanığa uygulanan işkence türleridir .

 

Bu deneyler kadınları cadı olduklarını itiraf etmek zorunda bırakmak amacı taşımaktaydı ve işkenceye maruz kalan kadın cadı olduğunu itiraf etmediğinde

işkencenin sonucu olarak ölmekte, itiraf ettiğindeyse suçundan dolayı infaz edilerek öldürülmekteydi.

 

Yani aslında kadının bir şekilde cadı olarak ihbar edilmesi her halükarda onun ölümüne sebep olmaktaydı. Örneğin ‘su deneyi’ olarak bilinen yöntemde, kadın çıplak olarak elleri ve ayakları önde birbirine bağlı bir halde derin bir suya atılmakta, batmadan su yüzeyinde kaldığında şeytanın onun bedenine sahip olduğu yargısına varılarak infazı gerçekleştirilmekteydi. Öte yandan kadın suda battığında ise ruhunun bu şekilde temizlenmiş olduğuna inanılarak ölüme terk edilmekteydi.

 

Bu bağlamda cadılara yönelik suçlamaları üç ana tema altında toplayan Ehrenreich ve English cadıların ‘kadınsı cinsellikleri’, ‘örgütlü olmak’ ve ‘zarar ya da şifa veren sihirli güçlere (özellikle jinekolojik bilgi ve becerilere) sahip olmakla’ itham edildiklerini ifade etmektedir .

 

Ortaçağın ekonomik ve toplumsal buhranlarla dolu karanlık dünyasında cadılığın böylesine geniş bir suçlama yelpazesine sahip olması sosyal bağlamda bu olgunun bütünleştirici bir öğe olduğunu da düşündürmektedir. Yani cadı imgesi, aile temelinde inşa edilen toplum projesinin bir antitezi olarak lanetlenmiş ve tüm kötücül çağrışımların yansıtıldığı bu imge bir bakıma toplumun savunma içgüdüsüyle

kenetlenmesini sağlayan bir tutkal işlevi de görmüştür.

 

Toplumsal dönüşüm sürecinde cadılığın konumuna yönelik tespitinde Macfarlane de cadı avının, çok sıkı toplumsal dokuya sahip ve karşılıklı bağımlılığa dayanan köy toplumundan daha bireysel ve bağımsız bir varoluşun geçerli olduğu bir toplumsal yaşama geçişin yarattığı sıkıntı ve endişeleri yansıttığını ifade etmiştir .

 

Ortaçağ Avrupası’nda 14. ve 17. yüzyıllar arasında yaklaşık 300 yıl (kimi yerlerde 400 yıla yakın) devam etmiş olan ve Amerika’da da dönem dönem (özellikle 1692 Salem cadı yargılamalarında) görülen ve en iyi ihtimalle 100 bin cadının infaz edildiği cadı avlarına yönelik Avrupa menşeili literatür azımsanmayacak kadar geniştir. Fakat cadıların tarihi çoğunlukla cadı avlarında engizisyon mahkemelerince tutulan tutanaklar ve yargılama metinlerine ya da resmi belgelere ve din adamlarının

yazdıklarına dayandığı için cadı olarak suçlanan ve infaz edilenlerin sözleri bu tarihe dahil olmamıştır.

 

Bu bağlamda 20. yüzyıldan itibaren feminist literatürün konuya ilişkin araştırma ve değerlendirmeleri ufuk açıcı olmuştur.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tıbbın Bilimselleşmesi Sürecinde Büyücü-Şifacı-Bilge Kadın

Tıbbın dini inançlardan soyutlanarak rasyonel bir bilgi birikimine dönüşmesine paralel olarak kadının şifa verici özelliği bir takım hurafelere dayalı geleneksel bir boyut kazanmış ve akıl dışı uygulamalar olarak değersizleştirilmiştir. Bir zamanlar onu kutsallaştıran bu özelliği “cadı” ya da “büyücü” olarak şeytanlaştırılmasına sebep olmuştur.

Doğa ve kadın özdeşliği bağlamında, doğanın bilinmeyen gizemler taşıdığı hükmedilemez olduğu dönemlerde kadın hem bu bilinmeyenin bilgisine sahip olması hem de bu gizemleri bedeninde taşıması nedeniyle değerli ve güçlü bir varlık olarak kabul edilmekteydi. Buna göre her şey kendi içinde nedeni ve nasılı bilinmeyen bir güç ve erdem taşıyordu. Dolayısıyla kadın, büyü ve sağaltım tekniklerini kullanmasıyla yaşamın merkezindeydi ve doğurmak ya da doğurtmak yetileriyle varoluşun asli unsuru sayılıyordu.

Cadıların çoğunun, üremeye ilişkin bilgisi ile bu süreç üzerindeki denetiminin adeta bir kaynağı olan ebeler ya da bilge kadınlar oldukları ifade edilmektedir.

 

Bu bağlamda büyücülükle suçlanan kadınların hepsi şifacılık bilimlerini uygulamıyordu. Şifacılık mahkum olmak için yeterli ama şart olmayan bir koşuldu. Suçlama şifacılık olduğunda, suç bizzat şifacılık değildi. Buradaki mantık, eğer bir kadın eğitim göremediği bir bilimi uyguluyorsa, o zaman kadının şeytan ile anlaşma yapmış olduğuydu.

 

Bir başka ifadeyle, ebe ya da bilge kadınların suçlanmasındaki sebep şifacılıkta başarısız olmaları değil tersine başarılarının şeytandan ya da şeytanla olan işbirliğinden kaynaklanıyor olmasıydı. Malleus Maleficarum’da da “eğitim görmemiş bir kadın, şifa vermeye kalkışırsa onun cadı olduğuna hükmedilir ve öldürülür” hükmü yer almakta ve kiliseye bağlı üniversite eğitimi alan erkek doktorlarla geleneksel ebe/şifacı kadınlar arasındaki rekabette erkek doktorların hegemonyasını sağlamak amaçlanmaktaydı.

Bilge kadın ya da cadı yıllar boyunca test edilmiş çarelerin sahibiydi. Hala modern farmakolojide yeri olan bitkisel çarelerin çoğu cadılar tarafından geliştirilmişti. Onlar ağrı kesiciler, sindirim yardımcıları ve iltihap kesici araçlara sahipti.

 

Kilisenin Havva’nın temel günahı için Lord’un cezası olduğunu söylediği bir zamanda (Havva ilk günahı işleyen olduğu için doğum sancısı onun hemcinslerine bir ceza olarak verilmişti), onlar doğum sancısı için çavdar mahmuzu kullandılar. Çavdar mahmuzu türevleri bugün doğum sancısını hızlandırmak ve doğum sonrası iyileşmeye yardımda kullanılan başlıca ilaçlardır.

Güzelavratotu (bugün hala bir spazm giderici olarak kullanılan) düşük tehlikesi olduğunda rahim daralmasını engellemek için cadı şifacılar tarafından kullanıldı. Kalp hastalıkları tedavisinde hala önemli bir ilaç olan yüksükotunun bir İngiliz cadı tarafından keşfedildiği söyleniyor. Cadı bir deneyci olduğu için de büyük bir tehditti: O din ya da doktrinden ziyade duyularına bağlıydı ve deneme-yanılma yöntemine, sebep-sonuç ilişkisine inandı. Onun aksine, kilise son derece anti-empirikti. Maddi dünyanın değerine itibar etmedi ve duyulara yönelik derin bir kuşkuya sahipti. Dünya her an Tanrı tarafından yeniden yaratıldığı için, fiziksel olgulara hükmeden doğal yasaları aramanın bir anlamı yoktu.

 

Diğer yandan şifacı/bilge kadın sezgilerini de şifa uygulamalarında kullanıyordu, fakat Newtonvari bilimin sezgileri bilim dışı kabul etmesi şifacı/bilge kadının bu yönünü değersizleştirdi. Eklemek gerekir ki 20. yüzyılın sonlarına doğru tıp biliminin alternatif tıbba kapılarını açması, tedavi ve bakım hizmetlerini birleştiren uygulamaların önem kazanması, beden ve ruh sağaltımının birbirine paralel olgular olarak ele alınması gibi süreçler yüzyıllar önce şifacı/bilge kadının doğru yolda gittiğini ispatlamıştır.

Kısaca, bilim çağı ile birlikte insanlığın doğaya hükmetmeyi başarması kadının değerini ve gücünü kaybetmesine neden olmuştur. Bilimin dinden ve metafizik olandan ayrılmasıyla başlayan süreçte kadın da bilimden dışlanmış, kadının mistik öğelerle bir arada yürüttüğü şifacılık faaliyetlerine gün geçtikçe artan baskı ve yasaklamalar getirilmiştir.

Cadı avlarının başlamasından önceki yüzyılda tıp bir uzmanlık alanı ve seküler bir bilim olarak kurulmuştur. Üniversitelerdeki tıp okullarına erkekler öğrenci olarak alınmış ve eğitimleri esnasında bir hastayla karşılaşmadan mezun olmuşlardır. Bu okullardan mezun olan doktorlar Kilisenin kontrolü altında faaliyet gösterebilmiş, örneğin tavsiye ve yardım için bir rahip çağırmadan uygulama yapmalarına ya da

günah çıkarmayı reddeden bir hastayı tedavi etmelerine izin verilmemiştir. Yine bu dönemlerde üniversite eğitimli doktorların reçeteye dua yazmak veya hastalık tahmininde astrolojiden yararlanmak gibi uygulamaları olduğu da bilinmektedir .

Üniversite eğitimi gerektiren bir uzmanlık alanı olarak tıbbın kuruluşu, yasal olarak kadınları pratikten engellemeyi kolaylaştırmıştır.

Kadınların resmen tıp okumasına izin verilmediğinden, bilgilerinin yalnızca şeytandan gelmiş olabileceği geniş çapta kabul ediliyordu. Kilisenin yaklaşımı, ‘eğer bir kadın eğitim görmeden sağaltım cüretinde bulunursa, o bir cadıdır ve ölmelidir’di.

Bu şekilde sağaltım haklarının ellerinden alınmasına ve gelişmeye başlayan sağaltım bilimlerindeki erkek egemenliğine rağmen kadın şifacılar, çeşitli tıbbi konularda yazdıkları kitaplar, sağaltıma yönelik geliştirdikleri teknikler ve bilgi birikimleriyle Batı tıbbının doğuşunda önemli rol oynamışlardır

 

Ayrıca kadın şifacıların yazdıkları kitapların erkek isimleriyle yayınlanmış olması tıp alanında kadın birikimini belirlemeyi zorlaştırmıştır, bu noktada Ehrenreich ve English’in modern tıbbın babası olarak nitelendirilen Paracelsus’un tüm bildiğini büyücülerden öğrendiğini itiraf ettiği ilaçlar üzerine metnini yaktığından bahsetmesi de dikkat çekicidir.

Sağaltım ya da şifacılık alanında cinsiyetçi yaklaşımın temeline dair kesin bir tarih ortaya koymak zordur. Batı tıbbını inceleyen araştırmalar tıp tarihini sırasıyla mitolojik dönem (M.Ö. 6. yüzyıla kadar) , filozof hekimler dönemi (M.Ö. 5-6. yüzyıllar) ve Hipokratik tıp dönemi (M.Ö. 5. yüzyıl ve sonrası) olarak kategorize etmektedir (Bayat, 2003). Bu alandaki cinsiyetçi yaklaşımın özellikle M.Ö. 6. yüzyıla kadar olan

mitolojik dönemin sonunda hekimliğin bir uzmanlık alanı olarak soy bağı ile babadan oğula geçtiği hekim tanrılarla birlikte filizlenmeye başladığını söylemek mümkündür. Bu bağlamda konu ile ilgili literatürde adından sıkça söz edilen Agnodike önemli bir örnektir. Atina’lı bir doktor olan Agnodike’nin, kadınların şifacılık yapmasının yasaklandığı M.Ö. 3. yüzyılda, bu işi erkek kılığına girerek yaptığı, durum anlaşıldığında ise iyileştirdiği ve kendisine güvenen kadınların yargı otoritesine başkaldırması ile cezalandırılmaktan kurtulduğu anlatılmaktadır.

 

Bir başka örnek olan Jacoba Felicie’nin bir kadın olarak doktorluk yapmaya cüret etmesinin yanı sıra hastalarına dokunarak muayene etmesi, idrar incelemesi yapması ve hastalarının sağaltım sürecini takip etmesi gibi gerekçelerle yargılandığı bilinmektedir.

1300’lü yılların başında Jacoba, kendisinden önce erkek doktorların iyileştiremeyip kendisinin iyileştirdiği hastaların şahitlikleriyle infazın eşiğinden dönmüş ve doktorluk yapmaması şartıyla serbest bırakılmıştır.

Descartes’ın 17. yüzyıla damgasını vuran akıl ve bedeni birbirinden ayıran öğretisinin büyük oranda kabul görmesi şifacılık alanında bedenin bir makine olarak kavramsallaştırılmasını beraberinde getirmiştir. Böylelikle beden doğaüstü güçlerinden arındırılmış ve üzerinde denetim kurulabilen bir maddeye dönüşmüştür. Bu bağlamda büyünün temelindeki, madde ve ruh arasında herhangi bir ayrıma

izin vermeyen, bu yüzden de kozmosu esrarengiz güçlere ev sahipliği yapan, herhangi bir şeyin geri kalan her şeyle sempatik bir ilişki içinde olduğu canlı bir organizma olarak tahayyül eden animistik dünya kavrayışı yerini saat gibi işleyen yasalara bağlı ve parçalanarak kavranabilir bir dünyaya bırakmıştır.

 

Böylece tıp ve bilim fiziksel olarak görülebilene yönelik araştırma alanlarına

dönüşmüş, görülemeyen, başka disiplinlerin alanı olmuştur

Descartes tarafından ortaya konan Kartezyen bakış açısı, beden ve ruhun birlikteliği bağlamında ölü bedene yönelik araştırmanın önündeki engeli kaldırmış ve bir makine gibi işleyen insan bedeni parçalarına ayrılarak ya da başka şekillerde incelenebilmiştir. Eklemek gerekir ki, daha öncesinde cadı deneyleri yapılırken kadınların bedenlerine yönelik müdahaleler de tıbbi bilginin ilerlemesinde önemli rol

oynamış, Federici’nin de vurguladığı gibi cadı avları süresince işkence odaları bedene dair bilgi edinilen laboratuvarlar olarak işlev görmüştür .

Kadınların şifacılık yaptıkları için cadı ya da büyücü oldukları gerekçesiyle idam edildiği, tıp eğitiminden dışlandığı bu süreç 20. yüzyıla kadar devam etmiştir. Eğitime dayalı tıp alanı, 19. yüzyılda Ann Preston, Elizabeth Blackwell, Marie Zakrzewska gibi öncü kadınların mücadeleleriyle kadınlara açılmıştır.

Ancak tüm bu yasaklamalara, baskılara, değersizleştirmelere ve kıyımlara rağmen kadının gelenekselşifacılık rolü günümüze kadar varlığını korumaya devam etmiştir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Anadolu’da Cadılık ve Şifacılık Geleneği

Anadolu tarihinde Avrupa’daki gibi bir cadı avı süreci yaşanmamıştır, fakat bir cadı imgesinin varlığı da inkar edilemez. Gerek halk masalları gerekse edebi gelenek içerisinde izleri sürülebilen cadı kimliğinin Avrupa’dakinden farklı olarak sadece folklorik bir unsur olarak varlık gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

 

Anadolu’nun geleneksel cadısı sonuçta bir masal kahramanıdır, sınırlı yetenekleri ölçüsünde, zararlı uygulamaların icracısıdır, kırsal kesim insanının gündelik hayatında önemli bir yere sahip olmakla birlikte modern cadı kavramını belirleyen temel unsurları kimliğinde barındırmaz.

 

Bugün itibariyle yaramaz kız çocukları ya da huysuz yaşlı kadınları nitelemek için

kullanılan cadı kavramının karakoncolos, alkarı gibi kullanımları Anadolu’da yer yer varlık sürdürmekle birlikte, bazı araştırmalarda Avrupa’dakine benzer bir cadı kimliğinin Osmanlı dönemi Rumeli topraklarında yer aldığı da ortaya konmuştur. Bu bağlamda özellikle öne çıkan olay, Takvim-i Vekayi’nin 6 Ekim 1833 tarihli sayısında yer alan bir haberde Bulgaristan’ın Tırnova kazasında meydana gelmiş bir cadı avıdır. Bu olayda, hortlak olduklarına karar verilen bir takım yaratıkların kaza sakinlerine rahatsızlık verdiği ve Nikola isimli bir “cadıcı”nın bu hortlakların yerini tespit etmesi neticesinde iki yeniçeriye ait cesetlerin yakılmasından bahsedilmektedir.

 

Bu ve buna benzer birkaç olay kaydedilmiş olmakla birlikte, üzerinde durulması gereken nokta bu cadıların daha çok hortlak ya da vampire gönderme yapan ve daha önemlisi kadın olmayan varlıklar olarak belirlenmiş olmasıdır.

Öte yandan edebi bir unsur olarak büyüleme ya da büyü yapma niteliği ile öne çıkan cadıdan da söz etmek gerekmektedir. Divan şiirinde “cadı” kavramı, küpe binmek, ateşte yanmamak ve suya batmamak gibi özellikleri yanında (ki bu noktada Avrupalı cadı kimliğine benzer olduğu söylenebilir) özellikle sevgilinin aşığını büyüleyen saç, ben ve göz güzelliklerini nitelemek amacıyla kullanılmıştır

 

Anadolu tarihinde cadılığın geçmişi ya da cadı kimliğine dair literatür çok sınırlı olmakla birlikte nispeten daha fazla sayıda çalışma şifacılık geleneğinde kadın varlığının köklü geçmişini ortaya koymaktadır. Bugün halk tıbbı, geleneksel tıp ya da alternatif tıp gibi farklı adlarla kavramsallaştırılan şifacılık geleneği ruh ve beden bütünlüğünü esas alan bütüncül yaklaşım ve nesilden nesile aktarılan bilgi

birikimi sayesinde geçmişten bugüne ulaşabilmiştir. Bu alanda yapılan çalışmalar, Anadolu şifacılık geleneğini Orta Asya Şamanizmine dayandırmakta, her büyük ailenin bir kadın şamanı olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Bu noktadan hareketle şaman kültürünün kaynaklık ettiği Anadolu’ya has şifacılık geleneği olan “ocaklık” kurumundan bahsetmek gerekmektedir. Bu bağlamda, hastalıkları olağanüstü yöntemlerle tedavi etme gücüne sahip ocak ya da ocaklı adı verilen kişi ya da ailelerin bu yeteneklerini çoğunlukla kan bağı ile anne ya da babalarından ya da yetenekleri doğrultusunda ocaklı olan bir kişiden ‘el alma’ ritüeli ile aldıklarına inanılmakta, tedavide büyüsel işlemlerin yanı sıra bitkileri de

kullanmaktadırlar.

 

Burada dikkat çekici olan, bu alanın sadece kadınlara özel olmadığı fakat kadınların da önemli oranda varlık gösterdiği bir alan olmasıdır. Diğer yandan eğitim gerektiren bir uzmanlık alanı olarak Anadolu tıp tarihinde kadının konumunun batı ile paralel bir seyir izlediği görülmektedir. Geçmişten bugüne sağlık alanında sadece kadına özel bir meslek olan ebeliğin ya da bakım hizmeti veren hemşireliğin kutsanmasına karşın, kadının doktorluk mesleğine girişi önemli mücadeleler sonucunda ancak 20. yüzyılın başlarında gerçekleşebilmiştir.

1915 yılında öğrenci almaya başlayan İstanbul Darülfünunu’nun kız öğrenci almaması nedeniyle ilk kadın doktorlar devlet desteği ile yurt dışında eğitim almışlar, Dr. Mary Mills Patrick’in girişimiyle 1920 yılında kurulan Department of Medicine Constantinople Women’s College 1921-1922 öğretim yılında kız öğrencilerin tıp eğitimi almalarına olanak sağlamıştır. Bir sonraki öğretim yılında da dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü Besim Ömer Paşa’nın önemli desteğiyle Haydarpaşa Tıbbiye’sinde kız öğrenciler derslere alınmaya başlanmıştır.

Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde nesilden nesile bilgi aktarımı yolu ile süregelen bitkilere dayalı şifacılık köklü bir gelenek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugün “doğala dönüş”ün önem kazanması, sağlık alanında alternatif tıp uygulamalarının etkinliğinin artması, kimyevi ilaçlara yönelik kuşkulara paralel olarak sağlıklı yaşam formları ya da sağlığı korumaya yönelik eğilimlerin ortaya çıkması gibi nedenler bitkisel tedavi ve bitkilerle korunma yollarına talepleri oldukça arttırmıştır. Bunun yanında, daha önceleri bitkisel tedavi yöntemleri bilimsel olmadığı için itibarsız kabul edilse de, sağlık bilimlerinde yeni bir alan olan fitoterapi bitkilerin insan sağlığı üzerindeki etkilerini inceleyen bir ihtisas dalı olarak ortaya çıkmıştır.

 

Birçok toplumda olduğu gibi toplumumuzda bu yeni trend, aslında uzun bir geçmişi olan geleneksel şifacılık uygulamalarına dayanmakta ve tarihin derinliklerine gömülmüş olduğu düşünülen bu uygulamaların güncelliğini koruduğunu ortaya koymaktadır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Kadın şifacıların tarih öncesi dönemlerde başlayıp bugüne ulaşan yolculuğunda, özellikle ortaçağda şifacılık yaptığı için cadı olarak suçlanan kadının çirkinliği bu suçunu pekiştiren bir unsur olmuştur.

 

Daha önce de ifade edildiği gibi, kadın ilk çağlarda doğurganlığı nedeniyle kutsanmakta ve aynı zamanda bu dönemde kadının güzelliği bu üreme yetisine bağlanmaktaydı. Bu bağlamda, cadı olarak nitelenen kadınların çoğunlukla ya doğurmamış ya da doğuramayacak yaşlı kadınlar olmaları onların çirkin kabul edilmesinin sebebi olarak düşünülebilir. Fakat elbette bu kadınların gerçekten çirkin

olup olmadığına yönelik bir veri bulunmamaktadır ve tam aksini gösteren örneklere de rastlanmaktadır.

İ.S. 50’de yazılmış bir kaynakta Elephantis adlı şifacı bir kadının öğrencilerinin dikkatlerini dağıtmamak için bir perdenin arkasından ders vermek zorunda kalacak kadar güzel olduğundan bahsedilmektedir.

 

“Güzel” kavramının tanımlanması çabaları içerisinde ilklerden biri olan Grek filozoflarından Xenophan “güzel”i “iyi” ile paralelliği doğrultusunda ele almakta ve bu iki kavramın birbiriyle iç içe geçmiş ve hatta aynı şey olduğunu ifade etmektedir.

 

Bu noktadan hareketle çirkin-kötü paralelliği ortaya çıkar ki insanlara kötülük yapan kötü cadıların çirkin olduklarına yönelik kavrayış da bu teze dayandırılabilir. İronik olan, eski dönemlerde şifacılık yapan ve çoğunlukla çirkin olduğu iddia edilen kadının bugünkü medya temsillerinde güzellik uzmanı olarak boy göstermesidir.

 

Toplumsal alanda olduğu gibi kadının medyadaki konumu da sorunludur. Kadın kimliğinin medyadaki temsiline yönelik yapılmış çalışmalar medya metinlerinde kadının ikili karşıtlıklar bağlamında (iyi kadın-kötü kadın, iffetli kadın-‘müsait’ kadın, ideal kadın-ideal olmayan kadın, itaat eden/susan kadındırıdırcı/ cazgır kadın gibi) temsil edildiğini, ya cinsiyeti temelinde bedene indirgenmiş bir varlık ya da

cinsiyetsiz bir özne olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Kadın kimliğinin bireyselliğini sınırlandıran ve medya alımlayıcılarının anlamlandırma sürecini yönlendiren stereotipler bağlamında kadının temsili, farklı bir bakış açısı geliştirebilmeye engel olurken var olanı yeniden ürettiği için de kadının toplumsal alandaki ikincilliğini derinleştirmektedir.

Medyada kadın temsiline yönelik niceliksel veriler de bu durumu pekiştirmektedir. Özellikle ağır içerikli (siyaset, felsefe, tarih vs.) programlarda konunun uzmanı olarak temsilinde erkek uzmanlara göre kadınların küçük bir azınlık oluşturduğu, kadın uzmanların toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde çoğunlukla kadınlarla ilgili konularda sözlerinin değer kazandığı görülmektedir. Bu çalışma kapsamında kadın uzmanların kadınlarla ilgili olarak görülen zayıflama, saç ve cilt bakımı gibi konularda görüşlerine başvurulduğuna yönelik sonuçlar da bu tezi destekler niteliktedir.

 

Diğer yandan, Türkçe’deki “kocakarı ilacı” deyimi kadınların şifacılık gelenekleri

içerisindeki belirgin varlığını ortaya koymakla birlikte, bu uygulamalar içerisinde

değersizleştirildiğini de göstermektedir. Yukarıda da ifade edildiği gibi, kökleri Şamanizme dayanan Anadolu’da kadın şifacılığı, aile mirası şeklinde geçmişten bugüne taşınmış ve tüm dünyayı etkisi altına alan doğala dönüş eğilimi bu kadınların hem toplumsal alanda hem de medyada görünürlüğünü arttırmıştır. Medya temsili bağlamında bu görünürlük, bitkisel tedavi ya da sağlıklı yaşam için bitkilerin kullanımından ziyade bitkisel kozmetik konusunda öne çıkmıştır.

 

Kısaca özetlemek gerekirse, yaygın bir şekilde kadına has bir nitelik olarak kabul edilmiş olan şifacılık ya da bitkisel sağaltım uygulamaları alanından cadı avları sürecinde dışlanmış olan kadın, erkek egemen bir yapıya sahip pozitif tıp alanında da ikincil konumda kalmıştır. Bugün itibariyle doğal yaşam trendi içerisinde öne çıkan alternatif tıp kapsamındaki bitki uzmanlığı alanında ise kadın, hastalık tedavisi gibi daha ciddi ve önemli konular yerine cinsel kimliği nedeniyle kendisine uygun

görülen bitkilerle güzellik uzmanlığı alanında varlık gösterebilmiştir.

Böylelikle kadının şifacılık kimliği erkek egemen ideoloji içerisinde dönüştürülmüş ve değersizleştirilmiştir.

 

Kaynakça

Achterberg, J. (2009). Kadın Şifacılar, (Çev. Bilgi Altınok), Everest Yayınları: İstanbul

Akın, H. (2015). Ortaçağ Avrupası’nda Cadılar ve Cadı Avı, Phoenix Yayınları: Ankara, 3. Basım

Arda, B. (2011). “Tıbbın Cinsiyeti ve Biyoetik Açısından Kadın”, Birkaç Arpa Boyu... 21. Yüzyıla Girerken

Türkiye’de Feminist Çalışmalar (Der. S. Sancar) içinde, s.825-846, II. Cilt, Koç Üniversitesi Yayınları: İstanbul

Arık, Ş. (2006). “Osmanlı Döneminde Bir Cadı Avı ve Türk Romanında Cadı Kavramı”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Sayı:29, s.139-154

Atıcı, E., Erer, S. (2009). “Türk Kadınlarının Tıp Eğitimine Başlama Süreci ve İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesi’nden Mezun Olan İlk Kadın Hekimler”, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, Vol.35(2), s.107-111

Aycibin, Z. (2008). “Osmanlı Devleti’nde Cadılar Üzerine Bir Değerlendirme”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı:24, s.55-70

Bayat, A.H. (2003). Tıp Tarihi, Sade Matbaa: İzmir

Berelson, B. (1954). “Content Analysis”, Handbook of Social Psychology içinde, G. Lindzey (Ed.), Addison Wesley:Cambridge

Berktay, F. (2012). Tarihin Cinsiyeti, Metis Yayınları: İstanbul, 4. Basım

Binark, M., Gencel Bek M. (2007). Eleştirel Medya Okuryazarlığı, Kalkedon:İstanbul

Devellioğlu, F. (1993). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Kitabevi Yayınları:Ankara, 11. Baskı

DiCowden, M.A. (2008). “The Call of the Wild Woman: Models of Healing”, Women&Therapy, Vol.26:3-4,

pp. 297-310

Ehrenreich, B., English, D. (1973). Withches, Midwives, and Nurses A History of Women Healers, The

Feminist Press:City University Old Westbury NY, USA

Erbil, P. (2012). Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi, Arkadaş Yayınevi: Ankara, 3. Basım

Estes, C.P. (2015). Kurtlarla Koşan Kadınlar, (Çev. Hakan Atalay), Ayrıntı Yayınları: İstanbul, 13. Basım

Federici, S. (2014). Caliban ve Cadı, (Çev. Öznur Karakaş), Otonom Yayıncılık: İstanbul, 2. Basım

Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş, Siyasal Kitabevi: Ankara

Gunter, B. (2002). “The Quantitative Research Process”, A Handbook of Media And Communication

Research: Qualitative And Quantitative Methodologies içinde, K. Jensen (Ed), Routledge: London

Güngören, A. (1998). Cadıların Günbatımı, Patika Yayınları: İstanbul

Hoppal, M. (2012). Avrasya’da Şamanlar, (Çev. B. Bayram, Ş.Ç. Çapraz), Yapı Kredi Yayınları: İstanbul

Kaplan, M. (2010). Geleneksel Tıbbın Yeniden Üretim Sürecinde Kadın, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi

Kesim, S., Kar, A. (2010). “Plastik Cerrahi, ‘Tanrım Beni Baştan Yarat!..’ Metaforunu Mümkün Kılabilir mi?”,

Dişilik, Güzellik ve Şiddet Sarmalında Kadın ve Bedeni (Der. Y. İnceoğlu, A. Kar) içinde, s.173-

196, Ayrıntı Yayınları: İstanbul

Nayır, H. (2012). “Divan Şiirinde Cadı”, Türkoloji Sempozyumu (20-22 Ekim 2011) Bildiri Kitabı, s.163-172

Özcan, M., Ergin, A., Ersoy, N. (2013). “Sağlık Hizmetlerinde Türk Kadını”, Kadın Kitabı (Der. M. Tekcan)

içinde, s. 13-51

Saktanber, A. (2011). “Türkiye’de Medyada Kadın: Serbest, Müsait Kadın veya İyi Eş, Fadekar Anne”,

1980’ler Türkiyesi’nde Kadın Bakış Açısından Kadınlar (Der. Şirin Tekeli) içinde, s.187-206,

İletişim Yayınları: İstanbul, 5. Baskı

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...