Jump to content

Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları


nevermore

Önerilen Mesajlar

Türk kültüründe cadı ve hortlak olarak anılan bazı doğaüstü varlıklardan bahsedilir. Bunların öldükten sonra dirildiklerine inanılırdı. Bazı bölgelerde kan içtiklerine de inanılırdı.

 

İşte bu nedenle cadı ve hortlak adlı doğaüstü varlıkların, diğer kültürlerdeki vampir inanışlarıyla benzerlikleri üzerine bazı tartışmalar söz konusudur. Tarihi kaynaklarda ve folklor araştırmalarında konuyla ilgili pek çok bilgi vardır. Türk kültüründeki cadı ve hortlak inanışları yakın zamana kadar kendine özgü bir inanıştır. Ancak sonradan yerel kültür özelliğini kaybetmiş, genel inançların etkisiyle cin ve peri olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle zaman içerisinde kan içme, ölünün dirilmesi gibi unsurlar ortadan kalkmıştır. Araştırmada bu değişimden ve inanışların genel yapısından bahsedilmiştir.
Daha çok sinema ve edebiyattan aşina olduğumuz vampir inanışının, Türk kültüründeki hortlak ve cadı inanışlarıyla benzer yönleri ve vampir inanışının kökenleri hakkındaki görüşler halen tartışılmaktadır. Bu tartışma çerçevesinde akıllara ister istemez şu sorular gelmektedir: Türk'lerdeki hortlak ve cadı inanışları, daha ziyade Slav kültürüyle birlikte anılan vampir inanışıyla ne gibi bir etkileşime girmiştir? Mezarından kalkarak kan içen ölü tasavvuru, hangi bölgelerde ne gibi değişikliklere uğramıştır?

 
Bir görüşe göre Türk'lerde veya Osmanlı kaynaklarında vampir benzer icadı, obur, hortlak anlatıları söz konusu olsa da, aralarındaki ölümden sonra dirilme unsuru haricinde bir benzerlik söz konusu değildir. Bunun en önemli unsurlarından biride kan içicilik hususunun günümüz hortlak anlatılarında pek(bazı anlatılar haricinde) görülmemesidir .
Bir başka görüş de bunun tam tersini iddia etmektedir. Buna göre hortlak ve cadı inancının vampir inancını yansıtmasının yanında, günümüzdeki folklorik veriler açısından Avrupa’daki inanışa dair en eksiksiz bilgiler Balkan yarımadasında görülmektedir. Bunun nedeni ise büyük ölçüde Türk batıl inançlarının etkilerine dayandırılmaktadır .

Bu görüş bu inanışın varlığını işaret etmesi açısından dikkat çekicidir. Bunun dışında kan içme, hortlama yahut dirilme gibi unsurlar erken dönemlerdeki anlatılarda ve bazı vesikalarda zikredilmekle birlikte yakın döneme doğru bunların değiştiğini ve mezkûr unsurların anlatılarda kaybolduğunu veya değiştiklerini görmekteyiz. Bu sefer de yeni sorular ortaya çıkmaktadır. Cadı hortlak inanışlarındaki bu değişikliğe uğramanın sebebinedir? Vampir inanışı ile cadı hortlak inanışını bağdaştırabilir miyiz? Araştırma büyük ölçüde bu sorular üzerinden ilerlemiş, cadı ve hortlak ile vampir inanışı arasındaki etkileşim üzerinde durulmuştur. Rumeli ve Kafkas'larda görülen hortlak  cadı inanışlarını incelerken tarihi kaynaklardan, günümüzdeki halk derlemeleri için ise ağırlıklı olarak Giresun halk inançlarından yararlanılmıştır.

Hortlak cadı inanışlarının özellikle Giresun yöresinde yaygın olduğu araştırmada görülecektir ki konuyla alakalı görüşlerinden ve derlemelerinden sıkça bahsedilecek olan araştırmacı Mevlüt Kaya’nın, bu çalışmada önemli yardımları olmuştur. Giresun ve Çepni Kültürü üzerine yazdığı Bir Çepni Köyü Tarihi ve Kültürü Çepniler Tarihi Serüveni ve Giresun- Espiye Yöresinin Kültür Kökenleri isimli araştırmalarıyla tanınan Mevlüt Kaya’nın konuya ilişkin çeşitli tarihlerde yaptığımız görüşmelerdeki açıklamaları ve derlemeleri, geçmişteki hortlak  cadı inanışıyla günümüzde ki inanışlar arasındaki bağlantıyı ortaya koymada yardımcı olmuştur.

 
Araştırmada Türk'lerdeki cadı hortlak inanışı, Doğu Avrupa ve Slav kültürlerindeki vampir inanışı ayrı ayrı incelenecektir. Ancak bunlardan bahsetmeden önce eski Türk inanışlarının bazı unsurlarından ve bunların günümüze kadar kültürde ne şekilde yer aldıklarından bahsedilecek, böylece söz konusu inanışlardaki değişim ortaya konulmaya çalışılacaktır. Bunlardan bahsedildikten sonra da farklı dönemlere taşınması ve diğer inanışlarla etkileşime girmesine değinilecektir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Eski Türk İnanışlarının İslam İnancı İçerisinde Yaşatılması.

Eski Türklerin doğada birtakım gizli güçlerin varlığına inandıkları bu gizli güçlerin Orhun Kitabeleri’nde ki “yer su” (yar sub) tabiriyle, Uygurlar’da “yirsuv” tabiriyle ifade edildikleri bilinmektedir. Hemen hemen bütün halk inanışlarında görülmekte olan doğa unsurlarına duyulan korku ve hayret duygularının neticesi olarak bu unsurlar “İduk” yani “kutlu” olarak kabul edilirdi.

“İduk” olarak nitelendirilen yerlerin de birer “izi”sinin bulunduğuna inanırlardı Çünkü Eski Türk toplumunda doğada gizli birtakım güçlerin olduklarına inanıldığı için kâinatı ruhlarla dolu bir âlem olarak kabul ederlerdi. Bu inanış sisteminde doğal objelerin bir göstergesi olarak “İzi”, “İye”, “yiye”veya “eye” adını taşıyan koruyucu ruhların ayrı bir yeri vardı  Eski Türklerin bu tip inanışlarına dair pek çok örnek, çeşitli dönem ve kültürlere ait kaynaklarda da görülebilmektedir.

Kaşgarlı Mahmud’un, XI. yüzyıla ait Divan-ı Lügati’t Türk  adlı eserinde: “Yere batası kâfirler göğe “Tengri” derler. Yine bu adamlar büyük bir dağ büyük bir ağaç gibi gözlerine ulu görünen her şeye “Tengri” derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yükünürler (secde ederler)” bilgisini vermesi, Gerdizi’nin de XI. yüzyılda yazılmış Zeyn el- Ahbâr isimli eserinde Çiğiller ve Türgişlerden bahsederken: “Türkler bu sonuncu dağa taparlar. Bu dağ adına yemin ederler. Buranın Allah’ın ikametgâhı olduğunu söylerler.” şeklinde bir inanış olduğunu bildirmesi gibi çeşitli örneklerden bahsedilebilir.

Dikkat çeken nokta ise eski inanışların, kültür içerisinde varlığını sürdürerek İslâmiyet’in kabulünden sonraki dönemlerde de kendini göstermesidir. Eski dönemleri dikkate aldığımızda, Şamanî Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra da âdet ve örflerini, geleneklerini muhafaza edebilmeleri normaldir. Nitekim Hüseynî’nin  Ahbaru devleti es- Selçukiye adlı eserinde Buharalı bir âlimin, Karluk kılığında meydana çıkılmasının İslam dininde nadir görüldüğünü söylemesinin zikredilmesi, Kaşgarlı Mahmud’un  Divan-ı Lügati’t Türk  adlı eserinde Türk inanışlarıyla alakalı yazdıkları bunun göstergesidir.

Ancak sonraki dönemlerde de bu adetlerin İslam inancıyla alakalı addedilmesi ve buna göre uygulanması söz konusudur. Doğu Türkistan’daki baksıların pirlerini Hazreti Fatıma olarak görmeleri, Altay kamlarının “işe başladım bismillah” demeleri ve dualarında peygamber ve evliya isimleri zikretmeleri gibi Bu şekilde geleneksel Türk inanışlarının bir kısmı günümüze kadar gelmiş ancak kurban verme, toplu mezar ziyareti ve benzeri uygulamalar şeklinde, biçim değiştirerek varlıklarını sürdürmüşlerdir Yani bir şekilde eski gelenekler, İslam kaynaklı zannedilerek yüzyıllarca uygulanagelmiştir Halen Anadolu’dan Türkistan’a  bu tip inanışların yaşatıldığı görülebilmektedir  Söz konusu inanışlar haliyle eskinin kalıntıları olmakla birlikte yeni inançtan da etkiler barındırıp bu inancın içinde yaşatıla geldiğinden, yukarıda bahsedildiği gibi bazı değişikliklere uğramaktadır. İşte hortlak cadı inanışları da bu eski halk inanışlarından biridir ve benzeri bir değişime uğramıştır. Bu değişim hususundan etraflıca bahsetmeden önce “hortlak” “cadı” inanışlarının ne olduğuna, “vampir” ve “obur” inanışına değinilmelidir. Çünkü yukarıda daha önce bahsedilen tartışmanın bir boyutu da vampir inancıyla cadı-hortlak inanışları arasındaki etkileşimle alakalıdır.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Vampir İnanışı

Vampir kavramıyla alakalı çeşitli tanımlamalar yapılmıştır. Genel olarak bir yarasa türü olarak bilinse de halk inançlarında ve popüler kültürde geceleri mezarından kalkıp kanla beslendiğine inanılan hayali bir varlığın adıdır. Dünyanın pek çok bölgesinde benzeri inanışlar görülmekle birlikte günümüze doğru Rusya, Karadağ, Sırbistan, Romanya, Bohemya ve Macaristan bölgelerinde daha yoğun bir şekilde görülmektedir Genel görüşe göre Avrupa’da XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında kullanıma giren “Vampir” sözcüğü Güney Slavlarından gelmedir. Kökeni çok tartışılsa da, Sloven asıllı filolog Franc Miklosich’e göre Kuzey Türkçesinde “cadı” anlamına gelen “uber” den türemiştir. Slav dillerindeki diğer türevleri de şunlardır: Bulgarca ve Sırpçada “vapir”Lehçede “upier”; Rusçada “vopyr” Bu inanışlara göre vampir, geceleri mezardan çıkıp insanların kanını emen ölü şeklinde tasvir edilir. Bunun dışında kan emme takıntısını dile getiren zihinsel bir rahatsızlık da bu adı taşımaktadır .


Vampir benzeri birçok varlığın ismi çeşitli kültürlerde zikredilmektedir. Yunan halk inançlarında “vrykolakas”, Slav kültüründe “upir” ve “nelapsi”,Bulgaristan’da “vampir”, Bosna havalisinde “Lampir”, Rus inançlarında “uppyr”, Romanya’da “strigoi”, Arnavutluk’ta “shtriga”, Kuzey Almanya’da “nachtzeherer” (geceyi harcayan) ve Güney Almanya’da “blutsauger” (kanemici), yine Almanya’da görülen karabasanı andırsa da hortlayan ceset tasavvuru olan “alp” ve “orman kadınları”, İngiltere’de “baoban sith”,İskoçya’da “redcap”, Galler bölgesinde “hag ve “gwrach y rhibyn”, LatinAmerika’da Aztek kültüründen kalma “cihuateteo”, “tlahuelpuchi”, Çin’de“jiang shi” ya da “chiang shih”, Japonya’da “kappa”, Endonezya’da“penanggala”, Hindistan’da “rakshasa” ve “hatu dhana”, “bhuta”, “vetala” yada “baital, Afrika’da “wume”, “asanbosam”, “obayifo” ve “loango”, yineLatin Amerika’da “asema”, Haiti’de “loogarooya”, Brezilya’da “lobishomen”,Portekiz’de “bruxa”, yine Hindistan’da “Asra pa” (kan emiciler), Antik Asur’da “ekimmu” ve “uttuku”, Etrüsk kültüründe “lemures”, Romalılarda “empusa”,“larves”, “mormos” ve “strix”, Antik Yunan’da “lamia” ve “gellona”,Malezya’da “bajang”, “langsuir”, “pontianak” veya “madianak”, Karadağ’da“tenatz”, Hırvatistan’da “kosac”, “prikosac”, “tenjac” ve “lupi manari”, yineArnavutluk’ta “kukuthi” ve “lügat”, Slovenya’da “strigon”, Makedonya’da “shtriga”, yine Romanya’da “moroi”, “strigoi vii” ve “strigoi morti”,Sırbistan’da “vampir” ve “vukodlak”, Sırp, Boşnak ve Çingene kültüründe görülen “dhampir” bu hayali varlığa ve benzerlerine çeşitli kültürlerde verilen isimlerdir.


Vampir inanışı, Century Dictionary ’ye göre Slavlar ve Aşağı Tuna halkları arasındaki yaygın bir batıl inanç olarak tanımlanmaktadır . Vampir hikâyelerinin çıkışı ve popülerleşmesi, Batı Avrupa’da ilk olarak 1718Pasarofça Antlaşması’nın ardından Avusturya’ya katılan bölgelerde gerçekleşmiştir. Buna göre söz konusu bölgelerde Osmanlı topraklarından göçüp gelen Slav ahalinin sığınmasıyla oluşan sosyoekonomik zorlukların neticesinde “vampir salgını” olarak bilinen bir tür toplumsal histeri ortaya çıkmıştır .

Vampir söylentilerinin toplumsal histeriye dönüşmeleri günümüzde de bazı ülkelerde görülebilmektedir. Örneğin 2002 ile 2003 yılları arasında, Güneydoğu Afrika’da bulunan Malavi’de, insanlara saldıran vampirlerle ilgili söylentiler nedeniyle ayaklanan ahali takribi üç hafta boyunca vampir olduğunu iddia ettikleri bir kişiyi döverek öldürmüş, üç rahibi de linç etmeye kalkışmış, bu mahlûkların devlet tarafından gönderildiklerini iddia ederek onların karargâhı olduklarını iddia ettikleri bir yardım kuruluşunun kampını da yağmalamışlardır 

İşte bu türden bir toplumsal histeri sonucu Avusturya hükümetinin vampir söylentileriyle alakalı olarak görevlendirdiği bir müfettişin yazdığı ve 21Temmuz 1725 tarihinde resmi gazetelerinde yayınlanan rapora göre ölü Peter Plogojowitz adlı kişi sekiz kişiye saldırmakla suçlanmış(!), mezarı açıldığında cesedinin bozulmadığı, saçlarının ve tırnaklarının uzamaya devam ettiği görülünce kalbine kazık çakılarak yakılmış, bu hadiseden sonra köylere gönderilen din adamları da şüpheli gördükleri cesetlerin kafasını kestirip yakmaya başlamıştır. 1732’den itibaren Batı Avrupa’nın pek çok yerinde akademik çevreler tarafından, meseleye dönemin aydınlanmacı düşünce ortamında sorgulayıcı yaklaşılmış, ancak bu tür resmi raporlar çoğaldıkça bu batıl itikadın inananları ve savunucuları artmıştır. Bunun üzerine Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresia, kazıklama, kafa kopartma ve yakma gibi gelenekleri bir fermanla yasaklayarak vampirlerden şikâyetçi olanların kiliseye değil önce laik kolluk güçlerine başvurmalarını emretti. 1740’ta Papa seçilen XIV. Benedictus da bu tür batıl inanışlara kafayı takan rahiplerin görevden alınmalarını piskoposlara önermiştir 


XVIII. yüzyıla kadar vampirler destanların ve folklorik inanışların haricinde, edebi eserlerde pek zikredilmemektedir. Bunun nedeni vampirlerin kurgusal bir malzemeden ziyade adli vakaların, inceleme ve araştırmaların, dinsel tartışmaların, Engizisyon Mahkemeleri’nde kullanılan el kitaplarının ortak ve o dönemlerde gerçek(!) kabul edilen konusu olmalarıdır 


Bu varlığa ilişkin söylentiler söz konusu dönemde çokça anlatılıp toplumsal histeriye ve paniğe yol açmıştır. 1575’te Cenevre’de Girolamo Tartarotti, üç ciltlik
Lamiaların Gece Toplantıları (Del Congresso Notturno delle Lamie) adlı eserinde bu salgınların ülkeden ülkeye nasıl yayıldığı, ne denli geçerli olduklarını eleştirmiştir. Ancak bu inanış üzerine pek çok vampir olaylarından bahseden, gerçekmiş gibi ele alan eserler o dönemde çoğunluktadır. XVI. yüzyılda Fransız D’Aubigne, Evrensel Tarih (Histoire Universelle) adlı eserinde Dijon ve Rouen kentleriyle Navarre bölgesinde görülen “yaşayan ölülerden” bahsetmektedir. 1733’te Johannes Zopfius, Sırp Vampirleri Hakkında Deneme (Disertatio de vampiris Serviensibus) adlı eserinde Sırbistan vampirlerini incelemektedir.

Floransa Piskoposu Giuseppe Davanzati, 1744’te Vampirler Hakkında Deneme’yi (Dissertazione sui vampiri) yazmıştır. 1751’de Antoine Augustine Calmet, Treaty on the Apparitions of spirits and Vampires or ghostsof Hungary, Moravia and c. (Ruhların, vampirlerin veya hayaletlerin Macaristan, Moravya ve diğer yerlerde Zuhur Etmelerinin Mukavelesi) adlı eserinde 1746’da Macaristan’da vuku bulan vampir olaylarından bahsetmektedir. Voltaire XVIII. yüzyılın aydınlıkçı ortamında Felsefe Sözlüğü’nde (Dictionnaire Philosophique) vampir inancıyla alakalı bu ön kabul için alaylı bir şekilde “en iyi kanıtlanmış batıl inanç” tanımlamasını yapmasının nedeni budur 

Vampir inanışının eski dönemlere ilişkin çeşitli izleri görülebileceği gibi günümüzde de halen belli bölgelerde inanılmaktadır ve eski dönemlerden kalıntılarına da rastlanılabilmektedir. Mesela Bulgaristan’da Karadeniz kıyısındaki Szopol şehrinde 2012 yılında yapılan bir kazıda bulunan kalbine kazık saplı iskelet buluntusu gibi yüzden fazla demir kazık saplı iskelet bulunabileceği ihtimalini doğurmuştur. Buluntu Milli Tarih Müze başkanı Bozhidar Dimitrov tarafından
 
Orta Çağ'daki vampir zannedilip kalbine kazık çakılarak gömülmüş insanlar oldukları ifade edilmiştir . İtalya’nın Venedik şehrinde Ortaçağ’da vebadan ölenlerin gömüldüğü bir toplu mezar kazıldığında ağzında tuğla bulunan bir kadın iskeleti bulunmuş, o dönemdeki insanların veba hastalığını engellemek için böyle bir uygulamaya inandıkları düşünülmüştür .


Polonya’nın güneyindeki Gliwice kasabasında, bir yol yapım çalışması esnasında başları vücutlarından ayrılıp bacaklarının üzerine yerleştirilmiş cesetlerden oluşma bir mezarlık bulunmuştur . Romanya’da Marotinu de Sus köyünde, Aralık 2003’te bir kaza sonucu vefat eden Petre Toma adlı bir adamın mezarı, ruhunun huzura kavuşmadığı iddia edilerek köy sakinlerinin şikayeti ve kız kardeşinin gelininin hastalanması üzerine tüm akrabalarının kanını emeceğini iddia etmesi nedeniyle izinsiz olarak açılmıştır. Gece yarısından sonra altı erkek köyün dışındaki mezarlığa girerek Petre’nin mezarını açtıktan sonra tırmıkla cesedin
 göğsünü yarıp kalbini çıkarmış, cesedin üzerine sarımsak parçaları serptikten sonra mezarı kapatmıştır. Petre’nin kalbini yakıp küllerini bir suya karıştırıp hastalanan kadına içirmişlerdir. Aradan bir yıl geçtikten sonra sokaklarda “kadın iyileşti, iyi bir şey yaptılar” türünden söylentiler yayılınca Petre Toma’nın kızı olayı öğrenip şikâyetçi olmuş, ancak mezarı açanlar altışar yıl ceza almalarına rağmen bu uygulanmamıştır . Sırbistan’da Sırp Bölgesel Konseyi, vampir olduğuna inanılan Sava Savanoviç adlı birinin evinin yıkılması nedeniyle geri dönebileceğini söyleyerek Zarozje köyü ahalisini uyarıp, evlerine sarımsak asmalarını istemiş bölgenin belediye başkanı da ahaliye evlerini kutsal haçlarla donatmalarını söylemiştir. Sava Savanoviç’in daha önce yaşadığı iddia edilen evin bir aile tarafından satın alınıp turistlere ziyarete açılması, ancak ailenin vampir korkusuyla evi terk etmesi, ardından da vampirin evinin harap olduğu gerekçesiyle yeni bir yer arayışında olup kanlarını içtiği kimseleri parçalayıp değirmende öğütmek için yeni insan avına çıktığına dair bir söylentinin yayılmasının yetkilileri resmi elden uyarılar yapmaya sevk ettiği iddia edilmiştir.


Yine Sırbistan’da Sırp diktatörü Slobodan Miloseviç’in yeniden dirileceğine inanan Miroslav Miloseviç, bir arkadaşıyla birlikte diktatörün Belgrad yakınlarındaki Pozarevac’a giderek mezarında kalbin olduğu yere göre bir metre boyunda bir kazık çakmıştır. Arkadaşıyla birlikte eyleminden sonra polise teslim olan bu şahıs, diktatörün yeninden dirilmesine engel olacağını inandığını düşünerek bu saldırıyı yaptığını söylemiştir 
35 Vampir efsanelerinin Balkanlarda bu denli yaygın olmasının nedeni bir görüşe göre 1300’lü yıllardan sonra bölgede dinin ağırlığını hissettirmesi ve bölgede Türk fetihlerinin öncesinde de Türk boylarının göç hareketlerinin yere lhalkı harekete zorlayıp nüfus yoğunluğunun artmasıdır 

Yukarıda bahsedilen Türk inanışlarının Balkan bölgesindeki inanışlarla etkileşimi bu noktada oldukça dikkat çekmektedir. Bu nedenle yine daha önce zikredilen, bir görüşe göre vampir kelimesinin kökeni olduğu iddia edilen “obur”“ubır” inanışlarına da bakmak gerekir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Obur-Ubır İnanışı ve Hortlak İnanışıyla Bağlantısı

 
Sloven asıllı filolog Franc Miklosich’e göre vampir kelimesinin kökeni olduğu iddia edilen Kuzey Türkçe'sindeki “uber” kelimesi, “ubır” ya da “obur” olarak ifade edilmektedir. Bu şeytani varlığın adına, değişik ses farklılıklarıyla Türk halklarının birçoğunda, Fin Ogur halklarının dilinde ve Rus dilinde de rastlamak mümkündür. Kökeni Rus diline bağlandığı gibi Türk kökenli olduğu da varsayılan “obur”, mecazi olarak “aç göz” anlamına gelmektedir. Karaçay Balkarların dilinde ise “geleceği gören, bilen” anlamına gelmektedir .


Çuvaş Türkleri arasında “vupar”, Özbek'ler arasında “upır”, Kazan ve Sibirya Tatarları arasında “ubır” olarak anılır. Bir görüşe göre “ubır” kelimesi “içe doğru batırıp yutmak”, “içe doğru batırıp çekmek” anlamına gelen “ubu”dan gelmektedir. Kırgızlarda, Kazaklarda ve Özbeklerde “obur”, “ubır”, “upır” gibi kelimeleri doyumsuz, yemeye doymayan insanlar için de kullanılmaktadır.


Gagavuz Türklerinde ölen günahkâr bir kişinin mezarda yaşayan bir hayvan şekline döneceğine inanılır bu varlığa da “obur” veya “hobur” adı verilir. Geceleri mezarından çıkarak insanları rahatsız ettiğine, eline geçen her şeyi yiyip yuttuğuna, hiçbir kimseden korkmadığına, insana bulaşıcı hastalıklar dâhil pek çok zarar verebileceğine inanılır. Ölen birinin obur olduğu anlaşıldığında hortlayıp çıkmasın diye mezarı açılır ve üzerine çivi çakılır.

Gagavuzlardaki obur motifi, Anadolu’daki “hortlak” ve Azerbaycan Türklerindeki “hortdan” adı verilen varlığa daha yakındır. Başkurtlarda ise ölen büyücünün ruhuna “ubır” denilmekte olup iri başlı, uzun kuyruklu, ağzından  ateş püskürten ve uçabilen bir varlık olduğuna inanılır. Şeytani bir varlık olarak sayılır ve kötü ruhlardan sayılır. Toms Tatarlarında görülen inanışlarda “albastı” adlı varlıkla karışmış durumdadır. Balkanlarda son döneme dek görülen bazı inanışlarda “obur”, istediği şekle dönüşebilen insanların itelemekte, oburların geceleri ırmak kenarına gelip üzerlerinde elbiseleri çıkarıp kumlarda yuvarlanarak kurt kılığına girip koyunlar parçaladıklarına, insanlara zarar vermek için kedi, köpek gibi başka hayvanların kılığına girebildiklerine de inanılmaktaydı. Buna göre onların hem yerde hem havada dolaştıklarına, her gün dağ başında toplanıp geceleyin kaçırıp getirdikleri insanı doğrayıp etini kazana attıklarına, et pişene kadar kazanın çevresinde toplanıp dans ettiklerine, eti yedikten sonra da kemiklerini üst üste toplayıp birlikte üfürerek o insanı yeniden dirilterek uyumakta olan bu kişiyi aldıkları yere geri bıraktıklarına inanılır. Bu insan da sabah uyanınca tüm vücudunun ağrılar içinde olduğunu hissettiğine ancak hiçbir şey hatırlamadığı söylenir.


Romanya’daki Müslümanlar, ölen birisinin “obur” (vampir) olmaması için cenazeyi güçlü bir alevin altından geçirirler . Altay Türklerine göre de oburlar “yek” ve “aza” şeklinde ifade edilmektedir 

Kazan Tatarları arasındaki inanışlarda “obur” ya da “ubır” Çuvaşlarda güneşi ve ayı yutmaya çalışan kozmogonik bir motif olarak görürken, Kazan Tatarları arasında insanın içinde yaşayan kötücül bir yaratıktır. Ubırın sahiplendiği kimseye “ubırlı keşe” denilmekte olup, bunların koltuk altında yahut başucunda bulunan deliklerden oburun girip çıktığına, bu şekilde teşhis edildiklerine inanılmaktadır. Ubırların erkeklerden korkup daha çok kadınları sahiplendikleri, bundan korunmak için de kadınların hamama giderken yanlarında küçük yaşta erkek çocuklarını da götürdükleri, hamile kadınları azarlayıp çocuklarını kaçırmaması için kırk gün boyunca hamileyi yalnız bırakmamaları gibi inanışlar da söz konusudur. İçine ubır giren bir insan ubıra benzemeye başlar, yemek yemeye doymaz ancak hepsini ubır yediğinden hiç kilo almaz, gece uyuduğunda ubır insandan çıkıp yemek arar bulamayınca da yok edilmesi imkânsız bir ateş topuna dönüşüp bacadan çıkarak başka insanların yemeğini çalarmış. Bu nedenle Kazan Tatarları arasında geceleri mutfak bacalarını kapatmalarına dair bir inanış vardır. Ubırın istediği an kedi, köpek yada güzel kız kılığına girdiğine, kadınları ve hayvanları emerek sütünü emdiği hamile hayvanların korkudan düşük yaptığına, hamile değilse de hastalanıp öldüğüne, insanlara hastalık verdiğine, bu insanların kendi kendilerine bağırdıklarına veya konuştuklarına, bu insanların iyileşmesi için ter içinde gelen atın hamutunu çıkartıp hastalananın boynuna giydirmek gerektiğine inanılır.

Ubırın hortlaklıkla benzerliği ubır taşıyan insanın ölmesinden sonra mezarından çıkmasıyla alakalıdır. İnanışa göre ubır taşıyan kişi ölse de ubır ölmez, ölen kişi mezara konduktan sonra kefeni yemeye başlar ve mezarda bir delik delerekyeryüzüne çıkıp insanları huzursuz eder, bazen de delikten gökteki yağmur bulutlarını çekerek kuraklığa neden olurlarmış. Ubır olan mezarın deliğini bulup bu deliği at gübresiyle kapatıp meşe veya kavak ağacından yapılma bir kazık çakılarak ubırın yeryüzüne çıkıp insanlara musallat olmasının engellendiğine inanılırmış. Ubırı kontrol etmenin ve teşhis etmenin başka yollarının olduğuna da inanılmaktadır. İnanışa göre ubırı görünce üzerindeki gömleği göğüs kısmından birden yırtılmalıdır, böylece ubırın alev yumağı olarak insanın ayaklarının altına düşeceğine inanılırdı.

Yine başka bir inanışla göre ağaç çatalı yahut kuş kirazı ağacının çatallanan budağını alıp ikiye kırmak da aynı etkiyi neden olmaktaydı. Böylece ubırın insan kılığına girip merhamet dilediğine, bu haldeyken acımadan dövülerek kimlere dadandığının öğrenilmesi gerektiğine inanılırdı. Çünkü söz konusu inanışa göre bu yaralar ubırın musallat olduğu insana da yansımaktaydı. Böylece ertesi gün köyde biri yaralanıp yatağa düşerse dövülen ubırın o insanın içine yerleşmiş olduğuna inanılırdı

“Ubır” ya da“obur”un insan yedikleri gibi kan içtiklerine de inanılırdı Karaçay Balkar inanışlarında oburun, bebeğin beşiğine kanını içmek için geldiğine inanılmaktadır. Bu oburu tanımak için yedi suyu tasa koyup tası bebeğin başucunda tutarak içine eritilmiş kurşun döküp, sonra soğuyan kurşunun yüzüne bakarak bebeğin hangi oburdan korktuğunu, oburun hangi kılıkta geldiğini öğrenip suyu bebeğin yanına koyarlarmış. Sabahleyin suda o oburun kirpiğinin bulunup hangi kişiye ait olduğunu öğrenip sağaltmak için ooburun kendisine varıp: “Çalla, çalla, çallavan; sen ketgin, kart maravan!”

diye dua okutup şişeye tükürtürlermiş. Obur kabul etmezse halktan bir yaşlı kadına sağaltırlarmış. Buna göre sarımsak, tereyağı, kükürt ve kök boya yaprağı denilen otu karıştırıp yedi gün boyunca bebeğin tenine sürerler, ondan sonra da oburun bebeğe ilişemediğine inanırlarmış.
Rize’deki bazı halk inanışlarında ise “obur” ve “hortlak” inanışının birbirini karşıladığını görürüz. Buna göre kötü kimselerin öldükten sonra hortlak çıkacağına, oburun kefeni sırtında mezarından çıkarak evinin karşısına gelip gürültü yaptığına, tereklerdeki soğanları yere döktüğüne inanılmaktadır. Böyle durumlarda “obur yerine git, yerine git” denilmesi halinde oburun yerine döneceğine, ondan kurtulmak için de mezarına pelit kazığı ile bir sepet çakılması gerektiğine, soğanın, sarımsak, turp gibi bazı kötü ruhlara karşı etkili olduğuna inanırlarmış. Obur, Hemşin yöresinde “ubur” olarak anılıp, hayatta iken kötülükler yapmış yaşlı kadınların öldükten sonra toprağın kabul etmemesi nedeniyle sık sık mezarlarından çıkarak eski yerlerinde çığlıklar atarak dolaştığına inanılır. “Hortlak” veya “uburun” cezalandırıldığı için Allah tarafından ayaklarının altına ateş koyulduğuna, obur ve hortlağa silah işlemediğine, kendisini görenlerin üç defa “Urum eline! ” diye seslenmeleri halin de güneş doğmadan mezarına döneceğine yaygın olarak inanılmaktadır. Söz konusu “ubır”ın Kıpçak ve Tatar bölgelerinde vampir, dişi vampir tasavvuru olarak da “ubırlı karak” olarak zikredildiği bilinmektedir .

Rumeli, Anadolu ve Kafkasya’ya inildiğinde karşımıza oburla birlikte hortlak ve cadı inanışları da çıkmaktadır. Üstelik bu inanışlar seyahatnamelerden resmi kayıtlara, fetvalara dek bu isimler altında kendilerini göstermektedirler. Bu tip inanışların sadece Türklerle ve Balkan halklarıyla sınırlı olmayıp, farklı isimler altında Çerkezler ve Ege adalarındaki Rumlar arasında inanıldığı da görülebilmektedir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hortlak-Cadı İnanışları ve Vampir İnanışıyla Benzerliği
 
Türk inançlarında “obur” kadar, vampirin muadili olarak “hortlak” veya yöresine, dönemine göre “cadı” inancını da görmekteyiz. Tanım olarak hortlak ; mezarından çıkıp geceleri dolaştığına inanılan ölü tasavvurudur ve büyük ölçüde ölümden sonra yaşam inancına dayanmaktadır  Hortlak, cadı anlamına da gelmekte olup mezardan çıktığına ve insanlara fenalık yaptığına inanılan hayali bir varlıktır .

Azerbaycan Türklerinin demonolojik inanışlarında da geceleri canlanıp mezardan çıkarak insanlara zarar verdiğine inanılır. İnsanları korkutan herhangi bir şeye de “hortlak” sıfatı verilmekte olup, Tuva Türkçesi’nde “Aza buk” ve “Aza şulbus” gibi kötücül varlıklara bağlı olarak Şeytan anlamına gelen “Aza” şeklinde, bazı yerlerde ise “Aza Hortan” şeklinde görülmektedir. Bazı bölgelerde ölünün hortlayabilmesi ihtimaline karşı önlemler alınır, ölümü zor olan birinin hortlayacağına inanılırdı.

Eski Türklerdeki ruhun ölümsüzlüğü ve geri dönebileceğine olan inancın bir yansıması olarak kabul edilmektedir Anadolu’da ölen bir kimsenin mezarından çıkıp dolaşmasına “hortlaklık”, bunu yapana da “hortlak” denilmektedir. Buna göre birinin hortlaması uğursuzluk olarak kabul edilir. Yaşadığında kötülük yapıp başkalarının ağzının tadını kaçıran, arabozucu, dedikoducu, geçimsiz kimselerin, erkek kadın fark etmeksizin ölünce hortladığına inanılırdı. Gömüldüğü gece mezarından kalkıp sırtında kefeniyle ortalığı dolaşan hortlaklara inanıldığı gibi kızdığı kimselere musallat olan hortlaklar da vardı. Çok hızlı koştuklarına, ata bindiklerine, silah kullandıklarına, insana saldırabildiklerine, kızdığı kişileri dövebildiklerine, sevdiklerini kaçırabildiklerine, ev basıp yol kesebildiklerine de inanılırdı. Geceleyin mezarlıkların, ıssız kalmış evlerin, tekin olmayan yerlerin yakınından geçerken dua okumanın hortlağın saldırısından koruyacağına inanıldığı gibi kimi yörelerde de hortlağın sarhoştan korktuğu rivayet edilirdi. Çirkin yüzlü ve ürkütücü olarak tasvir edilip, elinde değneğiyle, sırtında tabut taşıyarak ya da kefenle dolaştığı gibi, hayvan kılığında dolaştığı da söylenirdi

Hortlağın aynı zamanda ayrı bir varlık türü olarak “obur” ile birlikte Tatar toplulukları arasında inanıldığı görülmektedir. Mesela Samarra Tatarları arasındaki bir inanışa göre uzun süre yağmurun yağmamasına bir hortlağın neden olduğuna inanılırmış. Buna göre hortlağın mezardan çıkıp bulutları kovalayarak yürüdüğüne, buna engel olmak için de mezarlığa girip üstünde delik bulunan bir mezarın bulunup bu mezarın deliğine on kova kaynamış on kova da soğuk su dökülmesi gerektiğine inanılmaktaymış. Bir başka Tatar inanışında hortlak, “örak” şeklinde geçmektedir. Daha çok katledilen insanların yahut insan kanı akıtılan yerlerde görüldüğü, insanlara zarar vermeden gezindiği, mezarı üzerinde acıklı seslerle efkârlanırken görüldüğü söylenmektedir. Buna göre hortlak katilinin kapısını çalar, penceresini tıklar, katilin kendisini öldürmesini isteyerek her gün azarlarmış. Halk arasında bu inanışa göre katillerin akıllarını yitirdiğine, hortlağın da uzun boylu, zayıf bir şekilde görüldüğüne, kefenini çıkarmadan sadece yüzünü açtığına inanılmaktaymış.

Yine bu tasavvura göre hortlağın borcu olanlara da musallat olduğuna, insanlara zarar vermeden sadece korkuttuğuna, hortlaktan kurtulmak için de çok kötü sözler söyleyerek küfretmek gerektiğine, küfürden başka hiç bir şeyin hortlağa tesir etmediğine inanılmaktaymış. Tatar inançlarındaki hortlağın başka bir tasavvuru ise at arabasında yalnız gezen birine küçük kız ya da erkek çocuğu şeklinde görünerek o kişiye eşlik etmek istemesi şeklindeymiş. Hortlağın arabaya binince sessiz sedasız oturduğuna ancak atların birden zorlanmaya başladığına ve ağır gidip çabuk yorulduğuna, böyle bir durumda atı durdurup arabaya ters yönden koşarak hortlağın kaybolacağına inanılırmış

Tarih araştırmacısı Mevlüt Kaya ile hortlama inanışı ve Giresun yöresindeki hortlak memoratlarıyla alakalı yaptığımız görüşmede, Kaya bu hususta şu görüşü ifade etmiştir:
“Mezarlığımız çok eski olduğu için böyle hortlamaların yaygın olduğunu söylerler. Hortlaklarla ilgili ilk ve ikinci kitabımda buna, halk derlemesinde yer vermiştim. Yöremizde “sınır süren hortlaklar” yani birinin tarla sınırına saygısızlık eden, yerini değiştiren arazilere tecavüz eden, musallat olan hortlaklara inanılır ve her hortlak hikâyemizde bu imge vardır. İçki ve sınır meselesi. O da biraz atalar kültümüzde, toprağa vatana verilen, meskene verilen kutsiyetten geliyor.”
(Mevlüt Kaya, kişisel görüşme, 4.7.2012)

Türk inanışlarında ölümden sonra dirilen varlık tasavvurunda “cadılar” da yer almaktadır. Cadı, yine büyücü, yaşlı kadın olarak düşünülse de geceleri mezarından çıkarak gezdiğine inanılan hortlak anlamına da gelmektedir. Mehmet Zeki Pakalın’a göre birçok milletin efsanelerine girmiş olan hortlak, mezarından çıkıp insanı boğan ve kanını emen dirilmiş ölü olarak farz edilmektedir. Cadı ile vampirin farkı, cadının daha çok kocakarı şeklinde tasavvur edilmesidir 


Ünlü Türk halkbilimcisi Pertev Naili Boratav da cadıları hortlayan ölüler olarak nitelendirmiştir ki cadının batı inanışındaki vampiri karşılamakta olduğunu da söylemiştir 

Osmanlı döneminden farklı dönemlere ve bölgelere ait kaynaklarda bu inanışın izlerine rastlamak mümkündür. Yukarıda daha önce belirtildiği gibi Avrupa’da bir dönemler mahkeme kayıtlarına ve kilise raporlarına konu olan bu inanışa, Osmanlı topraklarından bahseden seyahatnamelerde, bu bölgelerdeki fetvalarda ve akaid kitaplarında, Osmanlı kültürüyle ilgili eserlerde de rastlanmaktadır. Mesela Sırbistan’da İbar vadisinde, Sırplar arasında yakın dönemlere kadar anlatıldığı bildirilen bir cadı hadisesi söz konusudur. XIX. yüzyıla ait bu halk hikayesinde, bölgenin su başısı olan Ali Ağa kendisine başvuran bir adamın karısını cadılıktan kurtarmasına yardım etmektedir. Zeynep Aycibin’in görüşüne göre Ali Ağa’nın olaya hâkim olarak hadisenin çözülmesine yardımcı olması, Türklerin de cadı hadiselerine alışkın olduğunu göstermektedir 


 Necdet Sakaoğlu’nun XVII. yüzyılda, IV. Murat zamanında (1623-1640) yazılmış bir akaid kitabından aktardığı bilgilere göre cadılıktan bahsedilmekte, Anadolu’nun bazı yerlerinden ölenlerin cadı olduğuna inanılıp insanların yüreklerini çıkararak yediklerine inanılmaktadır. Söz konusu kitapta cadıları defetmek için ardıç ağacından bir kazıkla göbeğinden kazıklanmaları, başlarını keserek ayak uçlarına bırakılması ve cesetlerinin yakılması önerilmektedir 


Evliya Çelebi’nin XVII. yüzyılda yazılmış Seyahatnamesi’nde de obur ve kan içme gibi unsurların bahsi geçmektedir. Başak Öztürk’ün aktardığına göre
Seyahatnamesi’nde, Hatukay Çerkezlerinin diyarındaki Pedsi köyü civarında1076 şevvalinin yirminci gecesinde gökyüzünde Çerkez ve Abaza oburlarının
 (uyuzlarının) cenklerine tanık olduğunu söyler. Yılda bir kere Karakoncolos gecelerinde cenk eden oburların savaşmaları esnasında onların birbirlerinin kanlarını emerek öldürdüklerinden bahseder 


Elif Dülger’in de aktardığına göre Evliya Çelebi, vampirlik hadisesini “uyuz” adıyla zikretmektedir. Buna göre Kafkas diyarında taun yani veba olmayıp Karakoncolos gecesinde uyuzlar insan kanı içerek uyuzluktan kurtulur ancak gözlerinde uyuzluk alameti kalmaktadır. Kanı içilen hastanın sahipleri uyuz mezarlarını arayıp bozulmuş bir mezar bulduklarında bunun uyuz mezarı olduğunu anlayıp mezarı kazıp cesedi çıkardıktan sonra gözlerine bakarlar. Şayet gözleri kıpkırmızı, kan çanağı gibiyse bunun insan kanı içtiği için olduğunu söyleyerek mezardan çıkardıkları cesedin göbeğine kazık çakarlar, böylece Evliya Çelebi’nin tabiriyle “uyuzun sihri batıl olur” ve kanı içilen adam şifa bulur. Eğer kanı emilen adamın bir kimsesi yoksa adamın ölüp gittiğine inanılır. Göbeğine kazık çakılan uyuzu, hayatta olan bir başka uyuzun ruhu ele geçirmesin diye yakarlar. Yine Evliya Çelebi’ye göre uyuzu kimse gezip dolaşırken bilmez, ama vakti gelip kudurunca insanlara saldırarak kan içmeye başlar. Kanı içilen kişi günler içerisinde hastalanınca akrabaları şehirleri ve konakları gezerek kan içmekten gözleri kanlandığına inanılan uyuzu yakalayıp zincire vururlar, üç günde uyuzluğu belli olup “Falan adamın kanını ben içtim, bunu uyuz atlarımın yanına gömüldüğüm zaman vücudum çürümeyip, yine birkaç kere dirilip gökyüzünde cenk edip çok yaşamak için yaptım” der. Bunun üzerine göbeğine böğürtlen kazığı kakılıp kanı da kanı içilmiş adamın yüzüne gözüne sürülür, böylece hastanın iyileşeceğine inanılır. Evliya Çelebi bu hususla alakalı olarak şunları söyler: “Bu uyuz derdi hakikaten taundan berbattır. Moskof’ta, Leh ve Çeh’te olağandır, vesselam.”

 Yine Evliya Çelebi, Rumeli’de Bulgaristan’da Çalıkavak adlı köyde rastladığı enteresan bir cadı hadisesinden de bahsetmektedir XVI. yüzyılda, Osmanlı şeyhülislamlarından Mehmed Ebussuud Efendi’nin fetvaları arasında hortlak hadiseleriyle alakalı olarak verilmiş bir fetvası vardır. Fetva bu tür hadiselerle ilgili nasıl davranılması gerektiğinden bahsetmektedir. Fetvayı günümüz Türkiye Türkçesi’ne şu şekilde aktardık:“ Mesele: Bazı kişiler ölüp gömüldükten sonra, mezarında kefenini yutup(?), uzuvlarına kan gelip bedeni kızıllaşmış olursa, bu şekilde olmasına bir neden var mıdır?
Elcevap:
Olmuş ise bu Hak Teala’nın mübarek isteğidir. “Hayatında yaptıkları işlerde ve ahlakta kendilerine ortak olan şeytani nefislerin bazı cesedine [yani günahkâr kişinin cesedine] ilişip ortak işlere alet edinir [Yani bedenini kullanır]” demek vardır. Allah’ın kudretinden beklenmedik değildir.)
Bu Sûrette:
Açıklanmış neden üzerine bulunduğu takdirce, sözü geçen ölüye ne olmalıdır/ne yapılmalıdır?
Elcevap:
Yeniden gömmek gerektir, Müslüman adına ise zararı yoktur.
 Bu Sûrette:

Bazı kişiler mezarından çıkarıp yakmaya şeriata göre kudret sahibi olurlar mı?
Elcevap:
Olmazlar.
Mesele:
Rumeli de, Selanik’e bağlı bir köyde, Hristiyanlardan bir kişi ölüp gömülmesinden birkaç gün geçtikten sonra gece yarısında akrabasının ve diğer insanların kapılarına gelip “bre filan gel seninle falana gidelim” deyip, ertesi gün o kişi de ölüp ve birkaç günden sonra birine daha seslenip, o kişi dahi ölüp sözün kısası bu biçimde birçok kişi öldüğünde, Müslüman olmayanların böyle kırıldıklarını görüp, Müslüman ahaliden o köyde bulunan bazı kişiler, korkularından firar etmek istemeleri şeriata uygun mudur?
  Elcevap:
Olmaz, özellikle bu Müslüman olmayan kasaba konusunda görüşmelerinden sonra, Müslümanlara gereken emir işlerin sahiplerine görev olarak verilmelidir.
 Mesele:
Adı geçen konuda hikmetin ve illetin de ortadan kaldırılması için çarenin belirtilerini izah etmek ve açık hale getirmek, icab edenin sebebi ile bağışlana [söylene]. 

Elcevap:
Bu takım işlerin hikmet ve illetini açıklamada dil aciz ve zihinler kusurludur ve araştırmada ehil olanların uzun uzadıya açıklamalarına uygun değildir. Ortadan kaldırılmasına çare şudur: Olayın olduğu gün mezara gidip önce çıplak bir sopayla [uğurlu sayarak] kalbine ulaşacak şekilde yere çaksınlar, beklenendir ki [hortlak/ölü] defedilsin. Eğer olmazsa, benzinde kızıllaşma olursa [yani tenine kandan kırmızılaşmışsa] başını kesip ayağının olduğu yere atsınlar. Eğer bozulmayı bırakmışsa [yani ceset çürümemiş ise] başını kesip ölünün ayağının ucuna koysunlar). Olduğu kadar bu aşamalarla ortadan kaldırılamamışsa, cesedi çıkarıp ateşte yaksınlar. Selefi sâlihin zamanlarında [yani İslam’ın ilk yüzyılında yaşayan Müslümanların döneminde]ateşte yakmak pek çok kez olmuştur.

 
Abdülaziz İbn Cemaleddin’in (1858-1918) Eski Osmanlı Adetleri, Merasimleri, Tabirleri ve Davranışları adlı eserinde geçen “hortlak” ve “cadı” inanışının bahsi, Osmanlı toplumunda, hangi bölgelerde ve ne şekilde inanıldığını gösteren bir başka kaynaktır. Haydar Akın’ın bu kitaptan aktardığı bilgiler şunlardır:
“Eskiden halk arasında “hortlak”, “vampir” adı verilen, vehim ve hayal ürünü bir cismin varlığına inanılıyordu. Bu hayalin esası ise ölenlerin ruhlarıydı. Batıl inanışa göre ölenlerin bir kısmının ruhu kötü ruhlara karışarak ve onların şekline girerek bir süre sonra kabirlerinden çıkar, şuna buna ve özellikle kendilerinden farklı yaratılışta olanların hanelerine gelerek onlara musallat olur, fırsat bulursa boğarlarmış. Bunlar siyah kıllı tulum şeklinde olup gidecekleri yere kimseye sezdirmeden, yuvarlanarak giderlermiş. Ölülerin böyle hortlak şekline girmelerinde tamamen gömüldükleri yerin etkisi olduğuna inanılırdı. Bazıları kötü ruhlara karışmış bile olsalar hortlak olarak ortaya çıkmaz, kabirleri içinde kalırlarmış. Eğer toprağın cinsi ve kabrin şartları hortlamalarına müsait ise kabirlerinden çıkma kuvvetini bulurlar ve istedikleri yere kadar giderlermiş. Hortlak çıkan en müsait yerler Edirne ve Manastır civarı derlermiş. Edirne’de ortaya çıkanlara oranın tabirince hortlak, Manastır’da vampir adı verilirdi. …Bunların saldırı ve kötülüklerinden korunmak için ocaklı tabir denilen birtakım okuyuculara da başvurulur, onların aldığı tedbirlerle kurtulmak mümkün olurmuş. Bu okuyucular kendilerince bilinen izleri takip eder, hortlağın hangi mezardan çıktığını kükürde benzer bir koku duyarak anlarlarmış. Keşfedilen bu hortlak mezarına çok miktarda sönmemiş kireç ve su dökülür, üstüne kazıklar çakılıp, çalılarla da örtülürse hortlağın bir daha çıkmasının mümkün olmayacağına inanılırdı.”

 Bunlarla birlikte kadı yazışmalarına ve mahkeme kayıtlarına yansıyan birtakım hadiseler de, o dönemdeki insanların olaylarla yaklaşımı ve ne gözle ele alındığı açısından önemlidir. Emre Öktem’in aktardığına göre Edirne Kadısı Mirzazade Mehmet Efendi’nin Veziriazam Hüseyin Paşa’ya Edirne’de Maraş köyünde yaşanan bir hortlama hadisesiyle ilgili danıştığı bilinmektedir. İlkinde Bıyıklı Ali isimli birinin hortladığı iddia edilmiş, ikincisinde de Cennet isimli bir kadının cadı alameti taşıdığı iddia edilmiştir . Zeynep Aycibin’in de belirttiğine göre anonim bir Osmanlı tarihinde zikredilen bu hadisenin takribi Hicri 1110’da (Miladi 1698 99) yaşandığı yazılmaktadır. İlk vakada cadı olduğu iddia edilen kişi Müslüman bir erkektir. Cadının varlığından ötürü halk korku içerisindedir. Dönemin Edirne kadısı, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin konuyla ilgili bir fetvasının bulunduğunu, buna göre cadı olduğu kesinleşen birisinin karnına kazık çakılmasına, bu işe yaramazsa başının kesilip ayaklarının dibine yerleştirilmesine, bu da işe yaramazsa cesedin yakılabileceğine izin verildiğini söyler ancak fetvanın bu suretine kitaplarda rastlayamadığından merkeze ne yapması gerektiğini sorar. Kadıya gönderilen cevapta, bir bilirkişi nezdinde mezarın açılarak cenazede cadılık alametlerinin bulunup bulunmadığına (yani cesedin kırmızıya dönüşüp dönüşmediğine) bakılması emredilir. İkinci vakada üç ay önce ölmüş bir kadının cadı olduğu iddia edilmektedir. Bu hadisede cenazeye bakacak merkezden gönderilen bilirkişi erkek olduğundan, şahitlik açısından dört kadın getirilir. Bu kadınların şahitliğiyle cesedin çürümemiş olup renginin kırmızıya dönüşmüş olduğu merkeze bildirilir. Böylece merkez, halkı korkudan kurtarmak için ne lazım gerekiyorsa o işin yapılmasını emreder. Yine bu vakadan takribi elli yıl sonra1156 Cemâziyülâhırı (Ağustos 1743) sonunda Terkos’a bağlı Yeniköy Mezarlığı’nda bir cadı hadisesinden bahsedilmektedir. Bu hadisede kadı merkeze doğrudan ilk ilamda hükümete haber vermiş, ikinci ilamında da cesedi yaktırdığını bu nedenle bu yakma işinin onaylandığına dair merkezden hüküm gönderilmesi gerektiğini söylemiştir 

1884’te, Budapeşte Üniversitesi Öğretim üyelerinden ve “Şarkiyat” akademisinin kurucusu, Profesör Arminius Vambery’nin yayınladığı hayatına dair kitabında, Türkler’de ki bazı vampir inanışlarına da değinmektedir. Macar dilinin kökenlerini araştırmak amacıyla Orta Asya’ya kadar derviş kılığında yolculuk eden Vambery’e göre Osmanlılarda yaygın bir inanışa göre, vampirler ağaç kovuklarına gizlenirler, oralarda avlanırlarmış. Ele geçirilen vampirler, kelleleri
kesildikten sonra, bir çuvala konup denize atılmıştır 

Tanınmış vampir araştırmacılarından Montague Summers da 1928’de ilk baskısı yapılan The Vampire: His Kith And Kin adlı eserinde Slav inanışlarındaki “vampir” olan “upir”in, Gagavuzlar tarafından “obur” (metinde “obour”) olarak zikredildiğini, Yunanca’daki“ vrykolakas”a Türklerin “vurk olak” dediğini söylemektedir 

Kısacası bir benzerlik sadece ölüp dirilmeleri ve kan içme ciğer yeme ilişkisi üzerinden kurulabilir. Hatta eski dönemde Yeraltı Tanrısı Erlik’in kan içen bir varlık olarak tasvir edilmesi, Kırgızlarda görülen insanın topuğundan kan içen Mıstan Kempir ve insanın diz kapaklarından kan içen Mite gibi varlık tasavvurları da bu açıdan dikkat çekicidir  Yerel kültürlerle yaşanan etkileşimde açıktır ancak batıdaki vampir ile Türklerdeki cadı ile hortlağın birebir aynı inanış olduğunu söyleyemeyiz. Sadece benzer yönleri vardır ve nasıl yukarıda vampire benzeyen, çeşitli kültürlerden muadili inanışları saymış isek  cadı ve hortlağı da bu kategori içerisin de sayabiliriz.


Ancak vampir kelimesinin kökeni ve inanışın ilk olarak nereden ortaya çıktığı meselesi tartışmalı olduğu için burada söz konusu inanışın temelleri açıklanamamıştır. Vampir kelimesinin kökenine ilişkin dört farklı görüş vardır. İlk görüş, F. Miklosich’in ortaya attığı “vampir” kelimesinin “uber” kelimesinden geldiğini savunan ve vampir inanışı üzerine araştırmalarıyla tanınmış Montegue Summers’ın savunduğugörüştür. İkinci görüş vampir kelimesinin hiçbir kelimeden gelmeden orijinal halini koruduğunu savunan klasik görüştür ki Summers bunu Yunancadaki “içmek” anlamına gelen “pi” köküne dayandırmıştır. Üçüncü görüş kelimenin Slav asıllı olup Sırpça“ bamiiup” kökünden türediğini savunmaktadır. Aynı görüşün farklı açıklamalarına göre Sırbo Hırvatça “pirati” (metinde “to blow” yazılmış muhtemelen “darbe” ya da “güçlü esinti” anlamında) ve Litvanca “vempti”(içmek) kelimesinden gelmektedir. Yine bu görüş içerisinde “bamiiup” kelimesinin erken Yunancadan gelme bir kelime olduğunu düşünen de vardır. Dördüncü görüş ise bazı çağdaş Amerikan ve İngiliz yazarlarınca öne sürülen,“ vampir” kelimesinin Macarcadan geldiği iddiasıdır. R aymond T. McNally, Macarca “vampir” (metinde de aynı) kelimesinin bilinen “vampire” kelimesinin kökeni olduğunu iddia etmiştir 

Bunlar arasından genel olarak en çok Slav kökenli olduğu ön plana çıkmıştır ki Jan Louis Perkowski’ye göre genel tartışma çevreleri bu görüş üzerinde durmaktadır 


Evliya Çelebi başta olmak üzere farklı dönemlerden pek çok kişinin belirttiği gibi vampir inanışı çoğu coğrafyalarda muadili olmasına rağmen daha ziyade Doğu Avrupa, Balkanlar ve kısmen Rusya ile anılmış, bu yörelerle bağdaştırılmıştır. Özellikle edebiyatın ve sinemanın etkisiyle bir döneme kadar vampir tasavvuru “Doğu Avrupa” imajıyla birlikte ön plana çıkmıştır. Bunda önce Batı edebiyatında sonra dünya edebiyatında şöhret bulan Bram Stoker’ın
 Dracula adlı romanının büyük etkisi vardır.


 Dracula romanı edebiyatın kalıplarından çıkarak sinemadan tiyatroya, bilgisayar oyunlarına tüketim ürünlerine ve turizme dek yayılmış, dünya üzerinde yaygın bir fenomen, birvampir prototipi olarak ortaya çıkmıştır . Yani bir çeşit evrensel vampir simgesi haline gelmiştir , sinema ve edebiyat alanında sıklıkla işlenen bazı temaların kaynağıdır . Pelerin, Doğu Avrupa ve Slav kültürü gibi bağıntılar bu eserin ardından sıklıkla kullanılan klişeler ve semboller haline gelmiştir. Dolayısıyla bugün vampir inanışının bu bölgelerle birlikte anılması sadece folklorik yapının değil, Dracula romanının yakaladığı şöhretten kaynağını alır.

 Ama bu şöhret de kaynağını Doğu Avrupa ve Balkan folkloruna borçludur, aralarındaki etkileşimi görebilmek mümkündür . Her şekilde olursa olsun, Rusya’dan Doğu Avrupa’ya, Balkanlara ve Kafkaslara, kısmen Karadeniz’e dek uzanan bölgede görülen bu inanış, Rusya, Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde daha ziyade yaygınlık göstermektedir ancak bu inanışın köklerini ortaya çıkarmada yeterli değildir. En azından Türklerdeki hortlak ve cadıyı, vampire
-
vampir ile aynı varlık olarak nitelendiremesek de “vampir muadili varlık inanışları”na dâhil edebiliriz, bir vrykolakastan, bir upirden bahsederken bunların yanında hortlak ve cadıyı da zikredebiliriz. Ancak kültürden kültüre değişiklik gösterdiğini de göz önünde bulundurmalıyız ki bu inanışların benzerlikleri ve farklılıkları kültürel değişim çerçevesinde incelenmelidir. Konuyla alakalı olarak şu tespit dikkat çekicidir:
“Vampirlik çoğu kültürü bazen az, bazen de çokça işgal etmiştir. İster Uzak Doğu, ister İskandinav Ülkeleri, ister Afrika, isterse de Hristiyan ya da Müslüman topraklarda olsun, bu denli geniş olması onu dünya boyu bir çerçevede değerlendirmemizi zorunlu kılar.”

 

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş


Cadı-Hortlak Memoratları ve Bu İnanışlardaki Değişim
 


Vampir inanışıyla ilgili kaynaklardan bahsedildiğinde Kafkasya ve Rumeli bölgesindeki anlatmalarda ve kültürlerle ilgili yazılarda, Türk toplumunda bir dönemler cadı ve hortlak inanışının görüldüğünden bahsedildi. Ancak son dönemlerde yapılan derlemelerde ya da saha araştırmalarında hortlak-cadı memoratlarının azlığını ve daha ziyade inanıldığı bölgelerin Karadeniz ve Doğu Anadolu’daki kırsal bölgeler olduğunu görmekteyiz. Derlenen memoratlara baktığımızda, Osmanlı zamanının kan içen, mezardan çıkan korkutucu varlıkların, bu özelliklerini kısmen muhafaza etseler de artık daha ziyade Tatarlardaki “örak” gibi insanları korkutan, acı çeken ve huzur bulamayan ölülere dönüşmesi söz konusudur. Bunu da halk ağzında yapılan derlemeler sayesinde görebilmekteyiz. Daha önce de belirtildiği gibi Doğu Karadeniz bölgesi ve özellikle Giresun yöresi bu tip inanışlara ait memoratların diğer bölgelere oranla daha yoğun derlendiği bir alan olarak dikkat çekmektedir Bu hususu konuyla alakalı çeşitli araştırma eserlerindeki derlemelerde de görebilmek mümkündür.
 
Özkul Çobanoğlu’nun aktardığı Doğu Karadeniz’de yaşandığı iddia edilen bir olaya göre göre dört çocuğu da bilinmeyen bir nedenden dolayı ölen adam beşinci çocuğunun başından ayrılmaz. Bir gece bacadan aşağıya inen bir yaratığın çocuğunun yanına gittiğini görünce yaratığı döver, kolunu bacağını kırar ancak yaratığı elinden kaçırır. Adam sabah olunca yatağından kalkamayan annesini uyandırdığında kadın oğluna kendisini gece evire çevire dövdüğünü söyler. Böylece adam bebeklerinin öldürenin kendi annesi olduğunu anlar 

Yine Doğu Karadeniz’de bir kadının akrabası tarlanın beklendiği yere gider ve üç gün boyunca geri dönmez. Bunun üzerine kadının babası bu akrabasının üç gün yemeden içmeden orada kalmasının mümkün olmadığını söyleyerek kadının ağabeyiyle kardeşini tarlanın olduğu yere gönderir. Tarlanın beklendiği yere gitmeden yüz metre önce kötü bir koku duyarlar, oraya geldiklerinde de adamın kesilmiş olduğunu görürler. Adamın cesedini harman yerine getirdikten
sonra doktor ve jandarma gelip cesedi alıp gider. Birkaç zaman sonra ahır da doğum yapacak bir ineği beklemek üzere bu kadınla birlikte akrabaları ahıra gider. Gitmelerinin nedeni inek bir dana doğurduktan sonra her seferinde bir kedinin gelip danayı öldürüp gitmesidir. O gece inek doğana kadar beklerler, inek doğurunca kedi suretinde bir mahlûk görünür danaya saldırır. Bu mahlûku ucunda ateş yanan sopalarla döverler, danayı kurtarırlar kedi kaçar gider. Ertesi gün bir başka akrabalarına ziyarete giderler. Akrabalarına gittiklerinde kızına annesinin nerede olduğunu sorarlar. Kız annesinin Mısır ekmeği pişirilen taşa düşüp yandığını, içeride yattığını söyler. Kadına baktıklarında kedinin yanan sopayla vurulan yerdeki izlerine benzer şekilde kadının da yanık izleri taşıdığını görürler. Kadının cazı (cadı) olduğunu bildiklerinden, tarlaya giden akrabalarını da onun kestiğini, danaya musallat olduğunu da bu şekilde öğrenirler. Kadın onlara köyde kendisi gibi dokuz tane cazının (cadı) olduğunu, ne yaparlarsa yapsınlar köyden gitmeyeceklerini, dördünün kendisi gibi cazı beşinin de“ mecar” yani cadıdan daha büyük cadı olduğunu söyler .


Abanoz Küçük ’ün Giresun Şalpazarı Çepnilerinden derlediği inanışlarda cadıların erkeklerden de olabileceği ancak çoklukla kadınlardan türediğine inanılmaktadır. Saçlarının ve tüylerinin kırmızı olduğu, köpek ve kedi kılığına girebildikleri, uçabildikleri, ellerinde hareketlerini sağlayan gül çubukları ya da değnekleri olduğu, geceleri ortaya çıkarak bir çocuğun doğumundan itibaren altı ay boyunca bu gibi kötü ruhların zararına uğrayabileceği söylenilmektedir. Yine cadıların bu bölgelere (Doğu Karadeniz) Rusya üzerinden geldikleri, bölgede yiyecek çocuk ciğer bulamadıklarında kayığa binip Rusya’ya gittikleri, balıkçıların bunları çocuk kanı içmeye giderken gördükleri bazı memoratlarda aktarılmaktadır. Şalpazarı Çepnileri arasında da cadıların çocuk kanı emmek için Kırım’a gittiklerine inanılmaktadır.

Yine Şalpazarı Çepnilerinden derlenen bir anlatmada cadı bir bebeğin ciğerini yemek üzere bir eve girmeye çalışır, başaramayınca ahıra girerek oradaki dananın ciğerini yiyerek öldürür. Başka bir anlatmada düşmanının çocuğunun ölmesini isteyen birisi bu cadılardan birini kullanabilmektedir. Cadılar insanın canına zarar verebildiği gibi malına da zarar verebilmektedir, yağı olmayan ineğe cadının musallat olduğuna bu durumdan kurtulmak için hocalara muska yazdırmak gerektiğine inanılır. Bir başka anlatmada yeni evli bir gencin hanımının kaynatasını misafirliğe gittiği esnada gece kaynanasıyla hanımının yeni doğan çocuğunun ciğerini alıp döndükten sonra bu ciğeri ocak başında kızartarak yediğine şahit olduğu, böylece cadı olduklarını anlayarak çocuğunun cenazesinde ağıt yakan kaynanasıyla hanımını tabancasını çekerek vurduğu anlatılmaktadır ki benzeri ciğer yeme motifi Şalpazarı Çepnilerinde de mevcuttur 

Yine Küçük’ün derlemelerine göre Giresun yöresinde bazı kadınların kocalarını cadıların bağladıklarından bahsedilmektedir. Bununla ilgili bir memoratta bir kişinin teyzesinin on yedi sene çocuğunun olmadığı, teyzesinin üzerine gelen kumalarında da çocuklarının olmadığı, bunun sebebi olarak da teyzesinin kocasının bir “cazı kızı”yla evli olmasının görüldüğünü, cazı kızı vefat ettikten sonra çocuklarının olduğunun anlatılmaktadır. Yine Giresun’da geçen bir anlatmada cadıların evin bacasından girdiğine inanıldığından çatıya diken koyulduğunu, cadının bacaya girerken dikene basıp kanayarak sihrinin bozulduğu söylenilmektedir. Tirebolu’nda derlenen bir anlatmaya göre cadının cadılık gücünün elinden alınması için önce hayvanken kanının akıtılması sonra zarar vermeye geldiği çocuğun ağzına tükürmesi gerekmektedir. Yine Tirebolu’da bir eve giren kediyi döverek atan bir kişinin ertesi gün eli yüzü yara bere içinde dolaşan bir kadın olduğunun anlaşıldığı bir başka anlatı da mevcuttur. Şalpazarı Çepnileri arasındaki bir anlatmada bir cadının bu şekilde çocuğun babası tarafından dövülerek kurtarılmasından bahsedilmektedir.

Yine bir başka anlatıda bir cadı sürüsü dua okutularak dağıldıktan sonra bu cadılardan biri bir hocaya gelerek ne duası ettiğini, kendisini başka bir yerde bulduğunu, kendisi gibi olanların da yarısının telef olduğunu anlatması söz konusudur. Trabzon’da bir bebeği cadılardan korumak için beşiğin üzerine ağ sarılıp cıva konulması, odanın ışığının kırk gün yanık tutulması şeklinde uygulamalar da vardır. Giresun yöresinde de bir eve cadı musallat olmuşsa, yani her doğan çocuk ölüyorsa çocuğun başka evde doğurtulması, lohusa ve bebeğin kırkı çıkana kadar kendi evine girmemesi, çocuğa ilk sütün kendi kanından olmayan biri tarafından verilmesi gibi uygulamalar söz konusudur.

Cadı hortlak inanışlarının en yoğun derlenebildiği bölge Giresun’dur. Mevlüt Kaya ile yaptığımız görüşmelere göre cadı hortlak inanışları bu yörede daha yoğun bir şekilde gözlemlenebilmektedir. Kaya, cadılıkla alakalı olarak şu genel bilgileri vermiştir:


“Hocam Giresun yöresi kırsalında yaptığım halk kültürü derlemelerinde bizzat bana anlatılan bazı yaygın inanışlardan bahsedeceğim. Giresun kırsalında cadıya cazu derler, cadılıkta kullandığı malzemelere ise cazuluk derler. Cadılık yapan öldüğünde toprak onu kabul etmez, hortlar derler. Çünkü cadıların, cadı olabilmek için öncelikle dini tüm değerlerini gerek maddi gerekse manevi bakımdan bir tuvalet çukuruna gömmeleri gerektiğine inanılır. Kısacası, cadı olan dinden çıkar derler. Yaşlılar böyle anlatıyor. Bu cadılar, genellikle yeni doğan ve kırkı çıkmamış olan çocuklara musallat olurlarmış. Çocuklara cadı ulaşmasın diye bin bir türlü önlem alınırmış inanışa göre. Bu önlemler de özetle şöyle: beşiğe çocuğun babasının elbisesini koymak, beşiğin altına balta yahut bıçak koymak, beşikte Kur’anı Kerim asılı olması gibi.

Cadılar ilişmesin diye anneler çocuklarını sabaha dek beklermiş beşiğin başında. Diğer bir cadılık türü ise anlatılara göre şöyledir: Cadılar en kötü varlıklardır. Bir komşusunun kötülüğü için, yoldan çıkması ve yuvasının dağılması için evinin görülmeyen bir yerine, özellikle duvarına “cazuluk” denen malzemeden yapıp koyarlar ve kötü amaçlarına nihayetinde ulaşırlar. Giresun kırsalında ayrıca bir şey daha anlatılır cadılarla ilgili: Cadıların cadı olabilmesi için, ne olduğu bilinmeyen bir tılsımlı söz ile sağ el başparmağının sol bileğin altındaki damarlı bölgeye sertçe bastırarak dinden çıktığını(İslam) birkaç kez tekrar etmesi gerekiyormuş.”

 Mevlüt Kaya, yapılan görüşmelerde genel bilgilerin haricinde kendisinin derlediği bazı cadı hortlak anlatılarından da bahsetmiştir:

(Giresun 1-Espiye)
“Eskiden burada sürekli şarap içen bir adam varmış köyümüzde, çok da zalim bir insanmış. Onun hortladığını gördüğünü söylerler. Daha doğrusu bir amca görmüş; Hulusi amca. Kendisi de içkiciymiş. Evi iki dağın arasında ıssız bir yerde, köyün en ıssız yerinde. Bir gece yarısı pencerede ayazı izlerken bir dağdan bir dağa müthiş bir çığlıkla beyaz kefeniyle nara atarak koşan –sözde toprağın kabul etmediği ve yeryüzünde kendine bir yer aramaya koşan– olarak değerlendirilen birini görmüş. Köyde bu efsane yaygındır.”

(Giresun 2-Espiye)
 
“Adamın üç tane oğlu varmış ve başka hiç kimsesi yokmuş. Adam vasiyet etmiş, ölünce beni size en yakın yere gömün. Sizleri çok seviyorum hep yakın olalım diye. Bizim bu kasabada da evler o zaman tabi iki katlı, ahşap, dubleks evler gibi. Adam ölmüş ve oğulları onu evin tavan arasına, üst katına gömmüşler. O gece adam orada hayatta tüm karşılaştığı kötülüklerin, işittiği günahların bedeli karşılığı azap görmeye başlamış. Öyle çığlıklar atıyormuş ki artık oğulları dayanamaz hale gelmiş. Bir tanesi demiş ki: “Ben vasiyet falan dinlemem. Artık sökelim bu adam buradan ve en uzak yere götürelim.” Çünkü adam orada yattığı sürece tüm evin tavan arasını cehenneme çevirmiş.”

 (Giresun 3-Espiye)
“Halk arasında anlatılagelen bir olaydır: Bir adam, gençken hali vakti yerindedir. Çok da yakışıklı, boylu posludur. Köyün genç kızlarından biri ile kaçarak evlenir. Bunu kendine yediremeyen köyün genç kızlarından biri (aynı zamanda köyde cadı olarak tanınmış bir kadındır bu)evliliğin ilk zamanlarında bunlara “cazuluk” ederler. Adam cadılık kendine tesir etmeye başlayınca yavaş yavaş ailevi açıdan sorunlar yaşamaya başlar. Bunların başında yoksulluk gelir. Parasız pulsuz aç kalmaya başlarlar. Kazanç kapısı kapanmıştır. Adam, karakterini dahi kaybetmeye başlar; aşırı alkol, kumar, zina, karısını dövme, çocuklarına ve anasına çok kötü davranma, din karşıtı davranışlar vs. olumsuz bir hayat sürmeye başlar. Evde buram buram fakirlik ve düşkünlük kokmaktadır, anlatılara göre… Neyse bir gün (tabi yıllar sonra) söz konusu adamın evinin ahırında imeceler tarlaya taşımak üzere hayvan gübresi kazarlarken; bir de ne görsünler: “cazuluk” denen malzeme…Yapanı da tahmin ediyorlarmış, adamın nasıl bu hallere düştüğünü de öğrenmiş olmuş tüm köy… Ahırda buldukları “cazuluk” malzemesi ise anlatılanlara göre şöyle imiş: parça ve düğümlü ipler, yıllanmış sarımsak kabukları, kurumuş kırmızı biber, yamalık vs…”

 (Giresun 4)
“Giresun yöresinde ortalama 1950’li yıllarda doğmuş olanlardan dinlediğime göre; bir “Cazu Gülüzar” varmış. Bununla ilgili şöyle anlatılar var: Cazu Gülüzar civarda bilinen bir kadınmış cadılık yaptığı için halk ona böyle bir ad takmış. Bilhassa yeni doğmuş olan bebeklere musallat olur, ciğerlerini yer, öldürürmüş. O sebeple kimse bu kadına bebeğini göstermezmiş. Yukarıda zikrettiğimiz yıllarda doğmuş olanlara çocukluklarında “Cazu Gülüzar geliyor, kaçın” diye söylendiğinde çocuklar bağıra çağıra kaçarlarmış. Genelde bu söylem, çocukları korkutmak ve istedikleri gibi yönlendirmek için büyükler tarafından kullanılırmış… Cazu Gülüzar’ın cadılığının nasıl anlaşıldığı ise şu olayla ortaya çıkmış: Bir gün kadının biri evde kırkı çıkmamış bebeğini beşikte uyurken bir anlık dalgınlıkla bırakıp, tarlaya gitmiş yemeklik malzeme toparlamak için. O esnada kayınbabası yani bebeğin dedesi gelmiş eve. Bakmış ki beşiğin başında bir kedi var çocuğa ilişmiş. Hemen belindeki bıçağı çıkarıp kedinin üstüne fırlatmış. Kedi o anda gerçek kılığına dönmüş; yani Cazu Gülüzar olarak görülmüş dedenin gözüne. Fakat çocuk ilerleyen günlerde ölmüş. Demişler ki; Cazu Gülüzar bebeğin ciğerini yiyerek onun ölümüne sebep olmuş.”

 (Giresun 5-Keşap-Bayram bey Köyü)
“Halk arasında, Bayram köy civarında bulunan Devret Deresi'nden geçerken cinlerin oralarda mekân tuttuğuna, savaş yıllarında Ruslar ile işbirliği yapanların mezarlarından hortladığına inanılmaktadır. Hacca giden hacıların Mekke toprağı getirerek, hortlak ve cinlerin görüldüğü yerlere serpmeleri sonucu bu varlıkların bir daha görülmediğine inanılmaktadır. Hortlak çıkan mezarlarla ilgili söz konusu hacıların Kâbe toprağı getirerek yapılan mezarı hortlaklardan arındırma uygulamasının Giresun Espiye ilçesine bağlı Çepni köyünde de geçmiş dönemlerde yapıldığına dair anlatılara rastladık.”


Bunların yanında Doğu Anadolu ve Kafkasya bölgelerinden anlatılar da derlenmişse de bunlar Giresun yöresindeki kadar yoğunluk göstermemektedirler:
(Erzurum):
“(Dokuz on yaşlarındaydım. Ben ve arkadaşlarım, köpekleriyle birlikte geziyorduk, Cumartesi günüydü. Birden mezardan, mezarlığın oradan geçerken hortlak kalktı, köpeklerimiz ona havladı. Hortlak kayboldu gitti. Biz kahveye gittik, babalarımıza abilerimize herkese söyledik inanmadılar. İki saat sonra kahveden abilerim geldi, hortlağı onlar da görmüşler.”

 
(Ardahan):
“Dedemin babası; Şah ismail bu kişi, köy dışına çıkmış çalışmaya. O arada üvey amcasının oğlu vefat etmiş, imamla cemaat de gömmüşler. O gece üç gibi mezardan çıkmış köye gelmiş ama hareket yok, sabit ilerliyor, el kol hareket etmiyormuş. Direkt bizim kapıya gelmiş dedem evde yok tabi. İki gece mi üç gece mi gelmiş. Gelişinde nenem kapıyı kilitliyor, dua edip yatıyor ama bu gece geliyor, kendini sürekli kapıya vuruyormuş. Dedem köye gelince söylemişler, senin üvey amcaoğlu her gece geliyor kapıya vuruyormuş kendini diye. Dedem babayiğit adam; kavgacı, gitmiş köyün imamına camiye söylemiş durumu, demiş ki imama “Gece kullanılmamış bir kürek bul gel”, gece geliyormuş çünkü. Gece oluyor, imam kürekle geliyor dedemle mezarlığa gidiyorlar, bekliyorlar. Yine üç sularında kalkıyor, dedem hortlağa sarılıp yere yıkıyor, imama bağırıyor: “Küreği ver” diye. İmam yok, kaçmış. Zar zor kürekle cenazenin kafasını kesiyor, bacaklarının arasına koyup tekrar defnediyor. Köye geliyor. Zaten o geceden sonra imamı gören yok köyü terk edip kaçmış. Hortlama nedeni, amcamın oğluna üvey diyerek tarlasını satması, karşı çıkınca da dövüp bir süre ahırda tutması.”

 
(Erivan-Kafkasya tarafları)
 “Alacama, lohusa varlıklara saldıran bir varlık. Bu olay babaannemin anlattığına göre Kafkasya’da Erivan taraflarında dedelerimin başına gelmiş. Söylentiye göre bu alacama cadılıkla uğraşırmış. Bir gün iki tane yeniçeri ölmüş, bu kadını onların mezarının önünde görmüşler. Sonra bir gece yeniçeriler dolanmaya başlamış, sokaklarda insanlara saldırıp kan içiyorlarmış. Haliyle herkes bu cadı kadından şüphelenmeye başlamış. Kadının başını kesmişler ama aynın yere gömülmüş kafasıyla, oda dolanmaya başlamış. Gece herkes yatarken pencerelere tahta çakılırmış açılmasın diye, hamile kadınlar gece yalnız bırakılmazmış o gelir diye gerisi çok belli değil. Sonunda kadını yakmışlar mezardan çıkarıp, yeniçerilerin de başını kesip kadının başıyla birlikte ayrı bir yere gömmüşler.”

 
Bu memorat oldukça enteresandır. Köken olarak ailenin büyüklerinden aktarılan yerel bir hikaye, masal olup zaman içerisinde memorat haline gelmiş olabilir, nitekim hikayede geçen yeniçeri vb. unsurlara dikkat edilirse oldukça eski bir anlatıdır. Zaman içerisinde kültüre bağlı olarak anlatılan bir masalken, memorat haline dönüşmesi ihtimali yüksektir. Ancak her ne şekilde olsun kökenine bakılmaksızın her tür anlatı memorat olarak değerlendirildiğinden söz konusu anlatı da bu çalışmaya dâhil edilmiştir .Bu memoratlarla, Evliya Çelebi’lerin, Abdülaziz İbn Cemaleddin’lerin anlattıkları arasındaki farklılıklar dikkat çekicidir. Yukarıda cadıcılarla ilgili yapılan derlemelerde bahsi geçen inanışların 1900’lü yıllara dek görüldüğünden bahsetmiştik. Bu başlık altında derlenen bazı kan içme motiflerine sahip memoratlar da yakın tarihlerde derlenmiştir ancak belli bölgeler haricinde bir yaygınlık göstermemektedirler. Osmanlı döneminde 1900’lere kadar cadı inanışı bu denli yaygınken (en azından bölge olarak), elli altmış yıl sonrasına denk gelen derlemelerde niçin bu kan içme unsurları ve mezardan dirilme anlatıları azalmıştır? Günümüzde Kafkasya ve Balkanlardan uzaklaşıp Anadolu’ya yaklaştıkça, şehir kültürünün baskın olduğu yerlere yaklaştıkça hortlak ve cadı anlatılarının yerlerini cin peri anlatılarına bıraktığını görmekteyiz. İnsanlar belki mezarlık yanından geçerken ürpermektedirler ancak bunda hortlak inanışından çok cin-peri anlatılarından korkulduğu görülmektedir. Romanya’da insanlar vampir denilen varlığı çağırmamak için doğrudan vampirin adını anamazlar ancak ülkemizdeki herhangi bir kişi kalkıp izlediği bir filmi, okuduğu bir kitabı rahatça konuşabilir, hortlaklardan bahsetmekten çekinmez. Ancak söz konusu “cin” olduğu zaman onun adını anmamak için “üç harfli” denmesi, konuşulursa geleceği, korkulması gereken varlıklar olduğu belirtilir, bu hususta çok yoğun bir inanış gözlemlenebilir 

Yukarıda halk inançlarında İslam öncesi döneme ait inanışların, İslam’dan sonraki dönemlerde İslami anlatılara ve kabule uyarlanmasından bahsedilmişti. İşte cin peri inanmalarının, hortlak ve cadı inanışlarının yerini almasında benzeri bir değişim söz konusudur. İslam inancının Türkler arasında yaygınlaşmasından sonra Kur’anı Kerimdeki cinlerle ilgili ayetler gelenekteki bazı kabullerin dini bir dayanak bulmasına neden olmuştur zaman içerisinde de bu yerel inanışları kendi içerisinde dönüştürmüş, cin peri inanışları haline gelmelerine neden olmuştur 

.
Özkul Çobanoğlu bu değişimi şöyle açıklamaktadır: “(Türk halk kültüründe varlığına inanılan olağanüstü yaratıkların) Muhtemelen geçmişteki işlevleri ve kökenleri itibariyle birbirinden tamamen farklı varlıklar iken günümüzde bir yandan gelenek çevreleri daralıp yerelleşirken diğer yandan da işlevleri daralarak neredeyse hepsi aynı varlığın yerel varyantlarına dönüşmüş gibidirler. Türk sosyo kültürel yapısı içinde Cumhuriyetin düzenli ve yaygın eğitiminin neticesinde oluşan aydınlanmaya paralel epistemik cemaat değişmelerinin getirdiği yenilenmenin din alanında da, sanıldığının aksine kitaba bağlı dinin veya resmi dinin, halk dininin pek çok unsurunu ortadan kaldırdığı gözlemlenmektedir. Bir başka ifadeyle Cumhuriyet ile birlikte Ortodoks İslam’a ait bilgilerin geniş halk kitleleri arasındaki yayılımı, eğitim ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, din eğitiminin standardizasyonunun yükselmesiyle, “hurafe” olarak nitelendirilen ve başta din görevlilerinin hışmına uğrayan halk dini ve halk inançlarının gelenek çevresinin daraldığı rahatlıkla gözlenebilir. Öte yandan meydana gelen boşluğun Ortodoks İslam’ın onayladığı inançlarla doldurduğu görülmektedir. Nitekim Kur’an’ın onayladığı “cin” ve “cinliler” inancının daha önce pek çok çeşitliliğe ve işlevselliğe sahip olağanüstü varlıkların yerini alarak yayıldığı kanaatindeyiz. …Cin geleneğiyle hiçbir ilişkisi olmayan “al karısı” veya “al basması” adlı varlığın bile çok büyük ölçüde “cin geleneği” içinde asimile edilmekte olduğu görülmektedir.

 

Kısaca toparlayacak olursak, Ortodoks İslam’ın kabul ettiği inançlarla ,heterodoks olarak da nitelendirilen halk inançları arasında bir merkezkaç ilişki vardır ve bu ilişkiden cin geleneği, diğer olağanüstü varlıkları ya asimile ederek ya da onların yerini alarak her geçen gün gelenek çevresini genişletmektedir.”
İslam inancında, hortlak inanışının doğrudan yer bulmaması normaldir çünkü İslam’da ölünün dirilmesi Kıyamet kavramıyla birlikte zikredilmektedir . Muhtemelen halk inançlarında bahsedilen bir ölünün hortlama tasavvuru, cinlerin kılık değiştirebilmelerine dair olan inanışla bağdaştırılmaktadır. İslam kaynaklarında cinlerden bahseden önemli eserlerden sayılan, Bedreddin Muhammed bin Abdullah eş Şibli’nin yazmış olduğu “Akâmül Mercân Fi Ahkâmil Cân” yani “Cinlerin Esrarı”n da bu husustan şu şekilde bahsedilmektedir 


: “Ebu’l  Kasım es Süheylî şöyle demiştir: Hadîsde anlatıldığına göre cinler üç sınıfa ayrılır. Yılan kılığında olan cinler, siyah köpek şeklinde olan cinler, uçan rüzgar şeklinde olan cinler. Galiba yemeyen ve içmeyen olan cin sınıfı bu üçüncü sınıftır. …Bir sınıf da var ki, cesetleri insan cesedi gibi, ruhları ise Şeytan ruhları gibidir. …Şurası bir gerçektir ki, cinler insan, hayvan, yılan, akrep, deve ve sığır kılığına bürünüp muhtelif şekiller alırlar.”

 
Veysel Olkan Yeşil’in İbni Teymiyye’nin “Mecmû’u Fetâvâ” adlı eserinden aktardığına göre de cinlerin her türlü kılığa girebileceği belirtilmiştir . Yani hortlak-
cadı inanışlarının temelindeki dirilme unsurunun kısa sürede cinlerin kılık değiştirebileceği yolundaki inanca katarak dönüştürmesi söz konusudur. Böylece cinler doğaüstü varlıklar içerisinde özel bir grup olarak zikredilseler de zaman içerisinde mensup oldukları gelenek çerçevesinde bütün olağanüstü varlıkların genel adı haline dönüşmüştür 

Yukarıda zikredilen, iye, yer su gibi eski inanışlarda yer bulan doğa üstü varlıkların bir müddet sonra genel adı “cin” olarak zikredilmesi söz konusudur ki bu da şehir yaşamına geçtikçe zaman içerisinde yaygın ve baskın bir inanış haline gelmesine yol açmıştır. Hortlak ve cadı inanışları da bu değişimin etkisinde kalarak yerlerini cin- peri inanışlarına bırakmıştır. Şayet bu çalışma hortlak- cadı memoratlarını değil de cin  peri memoratlarını konu alsaydı sayfalar dolusu anlatı derlenebileceğinden şüphe edilmezdi.

 

 
Mehmet Berk Yaltırık

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...