nevermore Oluşturma zamanı: Temmuz 4, 2010 Paylaş Oluşturma zamanı: Temmuz 4, 2010 İnsan bilinci bugüne kadar Felsefe Taşı diye adlandırılan sırdan daha büyük bir sır yaratmamıştır. Sırların en büyüğü olarak, anlaşılması, kavranılması, analiz edilmesi imkânsız gibi göründüğü halde, konuyla karşılaşan ve onu elde etmenin veya keşfetmenin mümkün olduğuna inanan herkesin aklını büyülemiş, hatta kendine esir etmiştir. Bu mucizevî taşı bulmak için yola çıkmak, masallarda anlatılan gökkuşağının ardındaki altın dolu sandığı aramaya benziyor. Bu sırrı çözmeye çalışanları, Sfenks’in sorusunu cevaplamaya kalkanlarla aynı son bekliyor. Bununla birlikte, sayısız mistiğin eserlerinde mevcut olan ipuçları ve imalar, bu sırrın birçok kişi tarafından bilinip anlaşıldığını, tıpkı Sfenks’in meşhur bilmecesi gibi, anahtarına sahip olduğunuzda çok kolay açıklanabilen, basit bir sır olduğunu akla getiriyor. Bütün bilgeler ağız birliği etmişçesine Felsefe Taşı denilen şeyin “herkesin baktığı, ancak çok azın gördüğü” bir şey olduğunu söylüyor. Yine onun yaygın bir element olduğunu, daha doğrusu bütün elementlerin, Ateş, Hava, Su ve Toprak’ın özü olduğunu, her şeyin içinde olup, bazı şeylerdeyse ondan daha çok olduğunu söylüyorlar. Yine, o öyle basit bir şeydir ki açık bir şekilde anlatılsa hiç kimse inanmaz. Pisagoras Dördüncü Tablet’inde şunları söyler: “Bütün fikir ayrılıklarının ortasında Bilgelerin ağız birliği ne güzeldir! Hepsi de Taş’ı avamın yeryüzündeki en adi şey olarak gördüğü malzemeden yaptıklarını söylüyor. Gerçekten de avama maddemizin bildik ismini söylesek, cehaletimizin cüretine şaşırırlar. Ama onun tesirini bilseler, yeryüzündeki bu en değerli şeyi asla bir kenara atamazlardı. Tanrı sırrını günahkârlardan ve kötü insanlardan korumuştur ki onu kötü amaçları için kullanmasınlar.” Bu tür ifadeler, sırra sır katmaktan başka bir işe yaramıyor. Çünkü sırrın gerçek olduğunu kesin bir şekilde beyan ederken, onun nasıl bir şey olduğunu veya keşfetme araçlarını zerre kadar aydınlatmıyorlar. Bu mucizevî taşı bulmak isteyenlerin hevesini artırıyor, ancak taşı bulmada onlara yardımcı olmuyorlar. Bu konuda insanlar genel olarak iki sınıfa ayrılabilirler. Felsefe Taşı diye bir şeyi duymamış olanlar (ki bunlar avamdır) ile onun adını bir yerde duymuş olup orta çağa ait bir masal veya sahtekârlık olarak görenler. Çok az kişi konuyu ciddiye alıp Taş’ın mevcut olduğuna ve onu yapmanın mümkün olduğuna inanır. Fakat inananlar da iki sınıftır: 1. Onu metafizik bir şey olarak görenler. 2. Onu fiziksel bir şey olarak görenler. Düşünürlerin, yazarların büyük bir kısmını kapsayan birinci sınıftaki insanlar, Hermesçi Bilimin Felsefe Taşı’nı bireyin tuhaf ve normalüstü psişik gelişimi olarak yorumluyorlar. Bu psişik gelişim, yalnızca normal duyu yeteneklerinin son derece gelişmesinden ibaret olmayıp elementleri majikal olarak yönetebilme kapasitesidir. Bugün gezegenimizde yalnızca birkaç kişinin katıldığı ikinci sınıf ise, Bilgelerin eserlerini kelimesi kelimesine anlar ve Taş’ı tam da anlatıldığı gibi bir şey olarak, hayat süresini uzatan, baz metalleri gümüşe ve altına çeviren bir araç olarak görürler. Metafizikçi simyacı minerallere, metallere, tuzlara, çözeltilere ve ilkelere dair bütün okült tanımları, belli zihinsel ve ruhani hal ve durumların mecazi ifadeleri olarak görürken, fizikçi simyacı bilgelerin kitaplarını ağzına kadar dolduran bu müphem, sembolik ifadelerde gizli veya kayıp bir kimya sanatına dair imalardan başka hiçbir şey görmez. Bu kitabın yazarı, çok genç yaştayken kurşunu altına çevirdiği söylenen Alkahest’i yapmanın formülü olduğunu ima eden eski bir parşömen bulduktan sonra konuyla ilgilenmeye başlamıştır. Bu olay ve olayla bağlantılı bazı garip şartlar, bu satırların yazarını konuyu ciddi bir şekilde düşünmeye, önce orta çağ simyasını ardında Mısır Hermesçiliğini ciddi bir biçimde incelemeye ve bu amaç için mevcut bütün kitapları satır satır etüt etmeye itmiştir. Bu güvenilir bilgi arayışı yıllarca devam etmiştir. Konuyu bilmeyenler, bu mevzuda ne kadar büyük bir külliyatın mevcut olduğunu hayal bile edemezler. Bununla birlikte yazar, araştırmaları sırasında karşılaşmış olduğu ve yapmak zorunda olduğu tek şeyin konuyla ilgili bütün kitapları toplamak ve onları okumak olduğunu düşünen doymak bilmez bir koleksiyoncunun yolunu da takip etmemiştir. Yazar böyle bir kitap toplama manyağıyla New York’ta karşılaşmıştır. Bu adam bizim okültizmde ‘çatlak’ dediğimiz türden bir insandı. Okültizm deyince simya, teosofi, astroloji ve genel olarak mistisizmle ilgili her şeyi dahil ediyordu. Devasa paralar dökerek harika bir kütüphane oluşturmuştu. Fakat onunla sohbet ettiğimizde çok geçmeden anladık ki bu dev kütüphanenin konusuyla ilgili en ufak bir ışığa sahip değildi. Bu okumalar onun bilgeliğini zerre kadar arttırmamıştı. Birçok benzeri vakaya siz de tanık olabilirsiniz. İmgelem Thor’un Çekici’dir, gökyüzünü döver ve her dövüşünde ondan yıldırımlar şeklinde kıvılcımlar çıkarır. Birçok insan imgelemden tümüyle yoksun gibidir, bu durum onların yeryüzündeki sayısız sinekler ve karıncalar gibi pisliğin üzerinde dolaşmalarını açıklar. Bir sürecin yardımıyla imgelem kendini açmadıkça, Felsefe Taşı’nı herhangi bir şekilde anlamak veya ona dair makul bir fikre sahip olmak imkânsızdır. Eğer size bildik deneyimler alanının dışında, bağnaz inanışların ötesinde şartlar ve süreçlerden bahsedersek, bunun nedeni, insan aklının en yüce yeteneği olan imgelemi canlandırmak içindir. Özgürlük, seyahat, çeşitlilik, sevgi… Bunlar imgelemin ve Felsefe Taşı’nın ortaya çıkarılması, gerçekleştirilmesi için gerekli şartlardan bazılarıdır. Çok sayıda simya yazarının tanıklıklarını bir araya getirdikten sonra yapılan dikkatli karşılaştırmada fark edilen ilk şeylerden biri de, her ne kadar farklı dönemlerde yaşayıp farklı dillerde yazmış olsalar da, üsluplarının daha da önemlisi kullandıkları sembollerin çarpıcı bir biçimde birbirine benzemesiydi. Sadece bundan kaçınılmaz olarak çıkarılan sonuç, hepsinin bildiği ortak bir şeyden bahsettikleriydi. Bu şey Bilgelerin kitaplarında çok çeşitli isimlerle anılmaktadır. Ama hepsi bu çeşitli isimlerin tek bir şeyi “Felsefe Taşı”nı gösterdiğini söyler. Peki, kısaca, Taş’a atfedilen nitelikler, özellikler ve tesirler nelerdir? Onun akılla keşfedilebilecek ve ancak dünya tarihinde çok az kişinin bildiği kimi gizli süreçlerle üretilebilecek bir madde olduğu söyleniyor. Elbette bu süreçlerden kaç tane olduğunu tespit etmek imkânsızdır. Fakat bunlardan birkaçı kayıtlıdır. Taş’ta hali hazırda veya sonradan geliştirilmiş olarak, temas ettiği her şeyi bir uyum ve kusursuzluk haline yükselten bir güç bulunmaktadır. O bütün baz metalleri altına çevirmekte ve dokunduğu hastayı kusursuz bir sağlığa kavuşturmaktadır. Ne metafizik ne de fizik okula mensup olanlar, görüldüğü kadarıyla bu türden herhangi bir mucizeyi bugüne kadar gerçekleştirememiş oldukları için, onların süreçlerinde bir şeylerin yanlış olduğunu söyleyebiliriz. Bu yanlış, sırrın anlamını yorumlamada yaptıkları temel bir hata gibi görünmektedir. Bu durumda herhangi bir rehbere veya pusulaya sahip olmadan, yaşayan bir ruhtan dostane bir ipucu olmadan, izlerini okuyamadığımız balta girmez bir ormanın içinde kaybolmuş durumdayız. Konuya çok farklı açılardan yaklaşan yorumcuları dinlemek de herhangi bir fayda getirmiyor gibidir. Bu örneklerden biri, bizim kitabımız çıkana kadar bu ülkede [Amerika] yayınlanmış tek kitap olan E. A. Hitchcock’un 1850 basım tarihli “Alchemy and the Alchemists” [simya ve Simyacılar] adlı eserdir. Yazar, öyle anlaşılıyor ki metafizik okula dahildir. Çünkü Felsefe Taşı’nın “Vicdan” yerine kullanıldığını varsayıyor. Akıllıca yazılmış eserinde, insanlığın çoğu zekâ bakımından sınırlı olduğu için ortalama okuyucuyu kolayca ikna edebilecek bir şekilde çok ilginç çıkarımlara varıp dikkat çekici paralellikler kuruyor. İnsanlar, tıpkı Tanrı dedikleri yönetici bir ilahı, bir yaratıcıyı var kabul etmekle mutlu olması gibi, bir varsayımı, etrafında dönüp kanıt gösterdikleri bir eksen haline getirince kendiliğinden ikna olabiliyorlar. Tanımlanmamış ve kanıtlanmamış olan temel varsayım, insan aklı tarafından nihai sonuç olarak görülüyor. Bu yüzden Hermes tarafından Felsefe Taşı diye anılan doğanın bu Temel İlkesi’nin çözümünde, vicdanı insanın sahip olduğu en temel şey olarak gören sıradan akıl, Felsefe Taşı’nı vicdan olarak görmekle tatmin oluyor. Ne var ki Felsefe Taşı ile vicdan arasında kurulan bu tekabül ilişkisinin geçerliliğini çürütmek için azıcık bir mantık yürütme yeterli olur. Vicdan kurşundan altın yapabilir mi? Vicdan bir hastalığı iyileştirebilir mi? Diyelim ki altın karakter demek, peki vicdanın kurşunla ilişkisi nedir? Hiç kimse Vicdanı hastalıkların her derde deva ilacı olarak göremez. Vicdan, ancak kötüden korkan ve kötü üzerine kara kara düşünen, bu yüzden de kötülüğe destek veren bir zihin hali olduğu ölçüde, hastalıkların dolaylı sebebidir. Hitchcock, Vicdan yerine Bilinci Taş ile eş anlamlı kabul etseydi, tam bir metafizik bakış açısına sahip olacak ve onu tanımlamaya daha çok yaklaşacaktı. Fakat o zaman bile bazı sorular cevapsız kalır? Neyin Bilinci? Bilincin bilinç olabilmesi için bir şeyin bilinci olması gerekir. Bu illa da fiziksel bir şey olmak zorunda değildir. Metafizik olabilir, örneğin bir duygunun bilinci, Aşk veya var olma bilinci Hayat gibi. Fakat ister soyut ister somut bir şey olsun aynı kapıya çıkar. Daha önceki kitaplarımızda soyut ve somut olanın bir ve aynı şeyin farklı aşamalarından başka bir şey olmadığını gösterdik. Aynı şekilde akıl, eğer ister fiziksel ister metafizik olsun bir şeyi iradeyle bir halden başka bir hale dönüştüremiyorsa, ona hâkim olduğunu söyleyemez. İşte bu, esasta simya veya dönüşüm dediğimiz şeydir. Bütün bilgelerde görülen garip bir ortak özellik, hiçbiri sanatı açık seçik sözlerle ifşa etmezken, Taş’ın yüce bilgisine kavuşur kavuşmaz, dünyadan el etek çekiyorlar ve bildiğimiz genel yollarla halk arasına bir daha asla karışmıyorlar. Bununla birlikte hepsinde de bu sırla ilgili olarak konuya ilgi duyanlara soruşturmalarında yardımcı olmak için derin bir verme arzusu görünüyor. Bu amaçla yazılmış olan eserlerde bu bilgiye sahip olacak öğrencinin değerinden çok bahsediliyor ve bu değer sırrı keşfetme yeteneğinin bir işareti olarak görülüyor. Bu yetenek, kendini dünyevi başarı, onur, zenginlik, bencil amaçları tatmin etmeye karşı tam bir ilgisizlik, hakiki hikmet ve bilgiye ulaşmaya dair eşine rastlanmadık bir istekle gösteren bir mizaç ve karakter işi olarak görülüyor. Bu bilgiye talip olan öğrenci, insanın sınırsız başarılarına inancı ilham eden sağlam bir imanı kendine temel edinmelidir. O aklın kavrayabildiği her şeye ulaşılabileceğini bilmelidir. O Külli Kudret ile Bir oluşunun bilincine vardığı zaman, kişisel güçlerin edinilmesine dair varsayımının sağlam bir temel üzerine oturmuş olduğunu görecektir. Gelecek derslerdeki amacımız, öğrencinin idrakini, kesin bir akıl yürütme süreciyle, bilgelerin ifadelerini karşılaştırma yoluyla “Felsefe Taşı” dediklerinde neyi anlatmayı murat ettiklerini net bir şekilde kavramaya taşımaktır; kişinin böylesi bir hazineye bilinçli olarak sahip olması ise bambaşka bir meseledir. Felsefe Taşı denilen ustalara özgü bu hediyeye sahip olmanın ne demek olduğu hakkında bir fikre sahip olmak için kişinin bencilliğini, benmerkezciliğini ve kişisel ön yargılarını yeterince uzun bir süre bir kenara bırakması şarttır. Birçok insan, tıpkı Edison’un elektrik aydınlanmayı keşfedip ardından duruma göre şu ampule şu kadar elektrik veririm diye karar vermesi gibi, Felsefe Taşı’nın keşfedilecek bir şey olduğunu zannediyor. Bu soylu sanatın öğrencilerinde bile görülen bu dar kafalı kavrayışın bir örneğini, Felsefe Taşı’ndan bir parça göndermemiz için bize bir dolar para gönderen eğitimli bir adamda yaşamıştık. Duyan da Felsefe Taşı’nı sandıklarda, çuvallarda sakladığımızı sanır. Bu adamın okuduğuna göre elinizde Felsefe Taşı’ndan küçük bir parça varsa, onu çoğaltabilirsiniz. İktisat bilgisi ona bu ‘ham maddeye’ yatırım yapmasının mantıklı olduğunu söylemiş. Tıpkı kimyacının bakteri kültürünü çoğaltması gibi bu taşı çoğaltacağını düşünmüş. Felsefe Taşı’nı arayışta başlangıçta hiçbir şeyin sağduyu ve akıl kadar önemli olmadığını söyleyebiliriz. Bu bilgiye sahip olan erk sahipleri, diyelim ki Kaldeli ve Atlantisli bedensiz üstatlar, onun herhangi bir şekilde kötü kullanacak kişinin eline düşmemesinden emin olurlar. Bu bilgiyi isteyen kişi de yola girdikten sonra, tam ve gerçek aydınlanma gelmeden önce “OLASI BÜTÜN SINAVLARA” sokulacaktır. İlerleme samimi ve temiz niyetler, psişik yeteneğin uyanmasıyla elde edilip sağlamlaşır. Bütün üstün, majikal bilgiler herkesin ulaşabileceği bir yerde bekler, ancak bu bitmek tükenmez bilgelik kaynağının kapısını açıp onu kullanacak olan kişi ancak doğru araçlarla yaklaşan kişi olacaktır. Daha önceki derslerimizde söylediğimiz her şey istenilen aydınlanmaya sizi hazırlayan şeylerdir. Hiçbir bilgenin bu konuda apaçık yazmasını beklemeyin. Siz kendiniz bir bilgeye dönüşseniz, sırrı saklarsınız. Bu konu öyle bir konu ki, bilgisi onun korunmasını garanti ediyor. Hiç kimse hayattaki ilerlemesini durduracak, kişisel gelişimini tehlike altına atacağını bildiği bir şeyi başkalarına anlatmaz. Aklı başında hiçbir insan bir maden bulduğunda koşup herkese haber vermez. Hz. İsa değerli bir taş bulan insanın koşup tarlayı satın alacağını söyler. Burada, her yerden daha fazla olarak yola yeni girmiş olandan sessizlik, gizlilik ve kendini saklama beklenir. Bu tür şeyleri evin damından haykırmanın size faydası ne olabilir ki? İncileri domuzların önüne atarsanız ne olur? Uyku halindeki halk domuzlar gibidir ve yutmaktan mutludurlar, siz onu besledikten sonra arkasını dönüp sizi parçalamaya hazır olanlar işte bu halktır. “Yılanlar kadar kurnaz, kumrular kadar zararsız olun.” “Sezar’a ait olanları Sezar’a, Tanrı’ya ait olanları Tanrı’ya verin.” Bu sözler boşuna söylenmemiştir. Felsefe Taşı’yla ilgili olan bilgelik Tanrı’ya aittir. Bu bilgelik sayesinde İsa içinden altın çıkan balığı yakalamış ve Sezar’a olan vergisini ödemiştir. Yani Tanrı’nın bilgisi, imanlı olanı her zaman korur. O, “Zambakları düşünün,” diyor, “yarın ne giyeceğim ne yiyeceğim diye tasalanmayın.” Çünkü Tanrı dilerse bunları bir saniyede yaratır. Dahası böyle bir güce sahip olan kişi kolayca “Size bir tokat atarlarsa öteki yanağınızı çevirin,” diyebilir. Çünkü vuran el havada asılı kalacak, felç olacaktır. Böyle bir insan gömleğini çalana neden ceketini vermesin? Hakkında kayıt tutulan en eski zamanlara dair, bu mucizevî taşa sahip olan insanların mevcut olduğuna dair kanıtlar vardır. Zekeriya, İşaya ve bütün diğer peygamberler ondan bahseder. Ve onlardan önce Musa, o harika şarkısında Felsefe Taşı’ndan bahseder. Hatta İbrahim bile biliyordu onu. Onunla buluşmaya gelen Barış Prensi Melkizedek’ten öğrenmişti onu. Tekvin 15.8’den 17’ye İbrahim’in bir simyacı olduğunu gösteren bir kehanetin okült anlatımı vardır. Çölde yaşanan “Eritilen Buzağı” hikâyesi de Musa’nın çok iyi bir simyacı olduğu gerçeğini ifşa eder, “altın buzağı”yı eritmek ve onu İsrail halkının içebileceği bir şeye dönüştürmek, sadece çok iyi bir simyacının başarabileceği bir mucizedir. Kitabı Mukaddes’ten İsa’nın Taşı temsil eden bir şahsiyetten başka bir şey olmadığını çıkarabilen Jacob Boehme gibi azizler vardır. Gerçekten de ondan her yerde felsefe taşı diye bahsedilir. Taş’ın gerçek bilgisi, kişiyi, İsa’yı tarihte yaşamış belli bir şahsiyet olarak görmekten çıkarıp bütün dünyada, özellikle insandaki hayatta ve insan ve ihtiyaçlarıyla ilgili her şeyde egemen bir ilke olarak algılamaya taşıyacaktır. Yani, İsa veya Taş ilkesi tıpkı Hakikat gibi metafizik bir şey olsa da, kendini insanı bilincine sayısız yollarla gösterir ve insanın hayatına ve onun dünyasal var oluşuna bitmek bilmez bir sevinç taşır. O esasen ekmek ve berekettir. İlk planlarda o kimyasal olanın bitkisel olana, daha yüksek planlarda bitkisel olanın hayvansal olana dönüşümüyle ilişkilidir. O en başından sonuna kadar Ruh’un hayat bereketini istenilen ve olması gereken suretlere sokmasıdır. Süreçleri tümüyle majikaldir, fakat bu süreçlerden bazıları göz önünde olup biten aşikâr süreçler olduğu için majikal olarak değerlendirilmezler. Bu süreçler iki türlüdür, birinci tür süreçler dünyanın gelişiminde herhangi bir dönemde gerçekleşmiş olanlardır. Bunlar doğanın kıyasen belli bir çeşitlilik gösteren sabit süreçleri olarak görünürler. Ancak sabitlik yalnızca bir yanılsamadır. Çünkü sürekli oluş ve yok oluş vardır. Bununla birlikte bu süreçler insan bilincinin ve hâkimiyetinin dışında gibidir. Bir de insan aklının icat edip kurduğu, kendine, normalde kontrol edemediği doğa güçlerini kontrol etme gücünü veren diğer süreçler vardır. İnsanı ustalığa ulaştıran şey işte bu süreçlerin incelenip kontrol altına alınmasıdır. Bu bahiste, bedensiz varlıkları çağırma ile Hermesçi Hikmeti kalın bir ayrım çizgisiyle ayırmak isteriz. Thaumaturgy simyaya, astrolojinin simyaya olduğundan daha yakın değildir. Aslına bakılırsa astroloji simyaya daha yakındır, çünkü astrolojik semboller simyadan alınmıştır; bu iki bilim arasında ince bir bağlantı vardır. Yıldızların insanların hayatını yönlendirmesinin sebebi gezegenlerde değil, onların insandaki kimi simyasal süreçlerle tekabül ilişkisidir. Felsefe Taşı bir olgu veya gerçeklik olarak görülebilir. Bununla birlikte günümüzde, belli nedenlerden dolayı bu bilgi insanoğlundan saklanmıştır. Bu bilginin önce birkaç inançlı kişiye emanet edileceği gün yakındır. Böylece bu kişiler düşmüş insanlığı eski haline dönüştürebilecektir. Bu hastalık ve yoksulluğun yok olması anlamına gelecektir. Süslü bir gelin olarak yeryüzüne inen Yeni Kudüs’ün ihtişamını hissedebilenler için bu gerçekleşme, gayret ve inanç elden bırakılmazsa, mümkündür ve olacaktır. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Temmuz 4, 2010 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Temmuz 4, 2010 “İşte Yeşu’nun önüne koyduğum taş, üzerinde yedi gözü olan tek taş, işte, onun oyma işini ben yapacağım. Bu ordular Rabbinin sözüdür, ve bir günde o memleketin fesadını ortaya çıkaracağım.” Zekeriya, 3.9 Hermesçi filozofların en büyüklerinden biri “The Sophic Hydrolith” adlı bir eser yazmıştır. Eserin adı “Bilgelerin Su Taşı” anlamına gelir. Bu yazar bize daha en baştan, “Tanrı’nın doğayı titiz bir biçimde inceleyip insanları dünyevi bedeni hastalıktan ve ölümden koruyup ona sürekli bir sağlık ve canlılık verecek bir şey olup olmadığını keşfetmek için azimle uğraşan insanları ve filozofları” nasıl aydınlattığını anlatır. “Sonunda,” diye ilan eder, “bu sır keşfedilmiş ve büyük peygamberler tarafından bedensel canlılıklarını korumak ve hayatlarını uzatmak için kullanılmıştır. Onun sayesinde “ömürlerinin günlerini uzatmış ve sınırsız refaha ermişlerdir.” Aynı yazara göre onu keşfedenler, “onu bir sır olarak saklamayı her zaman bir onur ve vicdan meselesi olarak görmüşlerdir. Fakat bu sırrın kaybolmaması için, eserlerinde onu çok dikkatlice açıklamıştır. Bununla birlikte hakikati mecazi bir dilin örtüsü altında öylesine gizlemişlerdir ki çok az kişi onların verdiği talimatları anlayıp uygulamalı olarak kullanabilir.” “Eğer,” diyor yazar, “kişi bu gizli Sanat’ın gerçekten var olduğundan kuşkulanır ve onu sadece uydurma bir şey olarak görürse, bu sanatı gerçekten bilen bazı gerçek bilgelerin isimleri onu tatmin etmelidir. Bunlar Hermes Trismegistus, Pisagoras, Büyük İskender, Rhasis, Acholaus, Rupecissa, Kâhin Meryem, Dionysius, Zekeriya, Haly, Morienus, Halid, Konstantius, Serapion, Büyük Albertus, Estrod, Arnold Villanova, Geber, Raymond Lully, Roger Bacon, Allan, Thomas Aquinas, Marcellus Palingenius, Treyisa’lı Bernard, Frater Basil Valentine, Paracelsus ve birçok başka isimden oluşur.” Bu yazar (Boehme) “bu çok değerli nesne, Felsefe Taşı” hakkında, “bilgelerin en eski, doğal, semavi, kavranamaz, takdis edilmiş, üçlü, Evrensel Taşı” hakkında bazı çok açık ipuçları verir. Onun taş olarak isimlendirilmesinin nedeni şudur: ilk olarak taşın orijinal malzemesi gerçekten de bir tür taştır, dövülebilir ve toz haline getirilip üç elementine ayrıştırılabilir. Ayrıca sanatçının usta elleri ve Doğa’nın telafi edici elleriyle tekrar mum sertliğinde bir taş haline getirilebilir. Yukarıdaki paragraf, üzerine tefekkür edecek kişiler için bazı çok değerli bilgiler içermektedir. Burada yerli yerinde bir soru sorulabilir. Bu tür ifadelerin mecazî veya metafizik olup olmadıklarını nasıl anlayacağız? Kuşkusuz, bu ifadeler bir şey anlatmak derdindeyse, mutlaka bir doğal nesneyle ilgili bazı açık gerçekleri anlatıyor olmalıdır. Boehme’nin ifadesine göre Felsefe Taşı’nın ilk maddesi, “bir tür taştır.” Acaba bu ifadeyle kastı nedir? Yani, önce bu belli taşı bulmamız gerektiğini söylüyor. Taşın ilk maddesinin bilgisine sahip olarak başlama, doğal olarak, bütün yazarlar tarafından şart koşulmuştur. Çünkü bu bilgi olmadan ilerlemek imkânsızdır. Taşın ‘maddesinin’ Tek Şey’de bulunduğu söylenmektedir, Felsefe Taşı, başka hiçbir yabancı karışım olmadan” bu maddeden yapılmıştır. Doğal olarak öğrenci veya bu sırrı araştıran kişi, ilk önce bahsedilen “Tek Şey”i bulmalı ve onu bulduğundan EMİN olana kadar arayışını bırakmamalıdır. Öyle görünüyor ki bu şey bin farklı isimle çağrılmaktadır. Kuşkusuz bu isimlerin amacı onu saklamak değil, ifşa etmektir. Öğrenci ona verilen her “ismin” maddenin belli bir niteliğini, halini veya görünüşünü anlattığını, bu şekilde daha kolay tanınabileceğini unutmamalıdır. Bu madde hiçbir zaman gerçek ismiyle, daha doğrusu herkesin bildiği ismiyle adlandırılmamıştır. Bu yüzden Bilgeler “sülfür”, “kurşun”, “sarı zırnık” veya başka bir adı kullandığı vakit, söyledikleri kelimesi kelimesine anlaşılmamalıdır. Bu gerçeği birçok simyacı söyler, ancak bu uyarıya rağmen herkes taşın kitaplarda bahsedilen şu veya bu şey olduğu varsayımından hareket etmeye devam eder. Sülfür ve Merkür (cıva), belki kitaplarda ismi en çok geçtiği için en çok peşinden koşulan maddelerdir. Bu isimler, açıkça anlaşılmalıdır ki, temel anlamları açısından ele alınmalıdır. Sülfür (Sol-pyr) esasında Güneş-Ateş’tir, Merkür (Mar-kurios) “Suların Rabbi”dir. Bu terimler gerçekte okült olarak Ateş ve Su’yun içsel ilkelerine işaret eder. Ne bildiğimiz su ve ateşle ne de bildiğimiz mineral sülfür ve cıvayla ilişkilidir. İnsanları şaşırtan diğer bir şeyse bilgelerin görünürde birbiriyle çelişen ifadeleridir. Halbuki bilgeler, Taş’ın yapımının çok farklı aşamalarını tarif etmektedirler. Belli bir anda o “sakız ve beyaz suya” benzetilirken, başka bir yerde “hayat suyu” olarak tarif edilir. Bu bulutlardan veya bildiğimiz başka bir pınardan gelen su değil, eli ıslatmayan, koyu, kalıcı kuru sudur. O yeryüzünün yağlarından çıkan sümüksü sudur.” “Toprak” ile kasıtta, üzerinde yürüdüğümüz toprağı kast etmezler, taşın imalatının bir parçası olan bilgelerin taşıdır söz konusu olan. Tekvin bölümünde “Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde geziniyordu” diye okuyoruz. Ve doğaya baktığımızda bütün hayatın nasıl esasen sudan çıktığını görüyoruz. Bunun için suyun tıpkı bayat bir havuz suyu gibi sümüksü olması gerekmektedir. Bu tür havuzlardan, suyun doğal bir rahim olduğu böcekler ve diğer canlılar fışkırır. Taşın yapımında, öyle görünüyor ki, bildiğimiz suyun güneş ışığına maruz kalmasında olan şeyler oluyor. Bu açıdan denizin suyu ile bilgelerin suyu arasında güçlü bir paralellik kurulabilir. Bize bu suyun her yerde, her şeyde bulunduğunu, fakat tüm kusursuzluğu ve tamlığı içinde, herkes tarafından görülen, yalnızca çok az kişinin tanıdığı bir tek şeyin içinde mevcut olduğunu söylüyorlar. Böylece yazar bize şu aşağıdaki bulmacayı veriyor: “O her şeyin içindedir, bu yüzden her şey Taş’ın oluşumuna katılır. O rahme toprağın altında düşer, gökyüzünde canlandırılır, zamanla ölür, sonsuz ihtişama ulaşır.” Öyle görünüyor ki bu tarife uyan tek bir şey vardır. Bütün bilgelerin ormanların ve benzeri yerlerin yalnızlığına sığınmasının bir nedeni vardır; çünkü doğa buralarda kendini en açık şekilde ifşa eder. Kuşkusuz aydınlanmış kişi aynı sesi her yerde işitir. Her çim yaprağı, her çalı, her ağaç –yani bütün bitkiler– doğada Taş’ın oluşumuna katkıda bulunur. Bilgelerin söylediği gibi bütün bunlar bizzat Taş’tır, “toprağın altında rahme düşer, gökyüzünde canlandırılır, hepsi ölür ve sonsuz ihtişama ulaşır.” Burada “ihtişam”ın ölümle geldiğine dikkat edin. Bu durum, vücutların özünün daha ihtişamlı bir suret içinde muhafaza edildiğini ima eder. Eğer bir kil parçasını alır ve onu yoğun elektrik ısıya tabi tutarsanız, harika lal taşlarının oluştuğunu görürsünüz. Burada her şeyin ruhani yasayı takip edip ısıyla dönüştüğüne tanık oluruz. Fakat biz lal taşlarının değil altının peşindeyiz. Altın, görümüz açıldığında gördüğümüz üzere, eşit ölçüde basit ve açık ama bambaşka olan bir temele dayanır. Dünyada hiçbir şey bu Tek Şey’i aramak kadar bir insanın görüsünü açıp ruhani olarak onu geliştiremez. Doğanın simya için hazır halde ürettiği bu Tek Şey’i yazarımız bir tür taş diye tarif ediyor. Simyacı bu şey üzerine çalışmalıdır. Yazar bundan başka şunları söylüyor: “Bilgelerin ‘en yüksek iyi’ dediği bu şeyin maddesini bulmak ilk amacınız olmalıdır.” Sonra ilave ediyor, “Susal ve topraksal doğasından arındırmalıdır. Çünkü o ilk olarak topraksı, koyu, ağır, sümüksü ve sisli bir vücutta görünür, onda bulunan bütün kıvamlılık, bulutsuluk, şeffafsızlık ve koyuluk kaldırılmalıdır.” Bu süreçle onun içindeki canı ve ruhu alıyor, onu değerli bir cevhere ayrıştırıyor ve indirgiyoruz.” Pekâlâ, bu nasıl yapılacak? Bilgemiz yanıtlıyor: “Pontik ve Katolik suyumuzla. O ki muhteşem hareketiyle bütün (Bilgelere ait) yeri sular ve bereketlendirir ve o tatlı, güzel, berrak, nettir ve altından, gümüşten, elmastan daha parlaktır.” Taş’ın ilk malzemesinden çıkarılan cevhere Bilgeler “ham cıva” derler ve bunu uzun bir kimyasal süreç aracılığıyla yapan şey yukarıda “Pontik ve Katolik Su” denilen şeydir. Bu suya sık sık “Sülfür” denir, çünkü içinde gizli, yenileyici bir ateş vardır. Bu nedenle ona “Bilgelerin Ateşi” denmektedir. İlerideki derslerimizde bundan daha ayrıntılı olarak bahsedeceğiz. Bu bildik ateş değildir, bu durum Bilgelerin “Kimyagerler ateşle yakar, simyacılar su ile” sözünde açıkça görülür. O halde bu maddenin bir tür “ateşsi su” olduğu sonucuna varırız. Gerçekten de maddemizde gerçekleştiği söylenen harika değişimleri yapabilmesi için bu minvalde bir şey olmalıdır. Taş’ın cıvasal maddesinden “karı” diye bahsetme geleneği vardır, dönüştürücü amil olan diğer maddeye de “koca” denir. Söylendiğine göre bunlar hava geçirmeyecek şekilde mühürlenmiş bir hücreye kapatılırlar, vücutlarını yitirdiklerinde ruh yukarı çıkar, sonrasında ikisi tek bir vücutta birleşir. Bu gerçek yüceltilmiş erdişi (hermafrodit), Projeksiyon Tozu, kusursuz “Felsefe Taşı’dır. Kişinin elinde eserlerin gerçek anahtarı varsa, bütün bu sembolizm büyük ölçüde basitleşir ve Bilgelerin nesnesine kavramaya çok yaklaşırız. Bu anahtar, hiçbir beşeri ilişkiden bahsedilmediğini unutmadan, cinsel terminoloji üzerine tefekkür ederek keşfedilir. Bu fikir birçok insanı yanlış yöne sevk etmiş ve soruşturmadan çok uzaklaşmalarına neden olmuştur. Oysa Taş’ın bilimine çok benzeyen başka bir cinsellik bilimi daha vardır. Kursumuz da “Canlılık” konusuna geldiğimizde bu noktadan biraz daha bahsedeceğiz. Eğer filozofların kitapları içsel anlamlarını bulmaya çalışarak okunursa, kafa karışıklığı yaşanmaz. Hiç kuşkusuz iki insanın yiyeceksiz bir cam kafesin içine kapatılması, onların vücutlarını yitirmesi, ardından daha ihtişamlı bir surette onu tekrar kazanması saçmalıktır. Fakat bilgelerin kitabında tam da böyle bir şeyin gerçekleştiğini okuyoruz. Yenilenme sürecinde buna çok benzer bir şey gerçekten OLABİLİR, fakat felsefi kitaplarda sadece algıyı Taş’ın yapılışının doğru yöntemine açmak için bahsedilen sürece benzer bir süreçle değil. Taş’ın felsefi yapılışı bir laboratuar çalışmasıdır, insan ona katıldığı sürece bir anlamda tümüyle mekanik bir el işidir. Bütün bunlar akılda tutulmak kaydıyla, bu çalışma bronz bir madde dökmek veya ilaç hazırlamaktan farklıdır. Saf bir kalp, açık bir zihin, kanatlanmış bir akıl, sınırsız bir inanç ve ruhani rehberliğe güven gerektirir. Sülfür ve cıva diye bahsedilen iki cisim, karışımın eril ve dişil ilkeleridir; bunlara “Güneş ve Ay”, yani “Sol ve Luna” denir. D’Espagnet şunları söyler: “Şimdi (bütün perdeleri aradan kaldırdıktan sonra) doğrudan, dolambaca başvurmadan söylersek, tüm çalışmanın –Sol ve Luna’nın doğru bir biçimde hazırlanması kaydıyla– “SADECE İKİ VÜCUTLA” kusursuzlaştırıldığına inanıyoruz. Çünkü doğanın tek üretme yolu budur. Sanatın yardımıyla eril ve dişilin birleşmesi gerçekleşince, onlardan anne ve babadan çok daha soylu bir nesil çıkar.” Taş’ın yapım sürecinin tamamı yazarımız tarafından şu aşağıdaki sözlerle özetlenir: “İlk olarak Güneş’in yersel vücudu tümüyle çözülür ve bütün kuvveti elinden alınır ve şekilde onun ruhu lekeden arınır.” “Ruh yukarı çıkıp Vücut Ruh’tan ayrılmış olarak bir süre için imbiğin dibinde küller gibi ölü yatar. Fakat ateş ölçülü bir şekilde artırılırsa, Ruh damlalar halinde tekrar aşağı iner, vücudu nemlendirip doyurur ve onun tümüyle yanıp tükenmesini engeller. Bundan sonra tekrar yükselir ve alçalır, bu süreç yedi kez tekrar eder. Isı sürecin başından sonuna hep aynı kalmalıdır. Telaşsız ve hızlı. Çünkü Ateş’in etkisi işin içine nazikçe ve tedricen sokulmalıdır. Bu süre içerisinde, dikkatle gözlemlemeniz gereken imbiğin içinde bir sürü kimyasal değişiklik göreceksiniz. Eğer bunlar olması gereken sırada gerçekleşirse, görevinizin iyi bir sonuca ulaştırılacağına işaret eder.” Yukarıda yazılanlardan ve Bilgelerin birçok benzer ifadesinden açıkça anlaşılıyor ki bahsedilen “Ateş” bizatihi maddenin içinde olmalı, tıpkı ocakta kömürün oksijenle karbonun bir araya gelmesiyle gerçekleştiğini bildiğimiz tutuşması gibi, operasyona kimyasal bir süreçle girmelidir. Bu kimyasal elementler kimyasal maddelerimizin içindedir, fakat burada sıvı haldedirler. Suyun, her biri yoğun bir ateşle yanan iki bileşenine kolayca ayrışabildiğini düşünürsek, yakıcı, ateşsi su teriminde anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. Taş’ın bu majikal imalatında, maddelerin kendi kendini yakmaktan kurtaran şey, soğuk, susal unsurdur. Zamanın sularının ortasında yavaş yavaş yanan ateş onları kurutur ve zıt doğaların yakın ve ayrılmaz bir birlik içinde birleşmelerine neden olur ve böylece dünyadaki Emsalsiz Şey’i, “Felsefe Taşı’nı üretir. Birçok insanın düşündüğü gibi, bu tümüyle ruhani bir mesele olsaydı, bu şey “neredeyse elle tutulamaz, çok hoş kokulu, safran renkli latif bir tozdur” diye tarif edilebilir miydi? Bu durum, başka derslerimizde öğrettiğimiz gibi, soyut olanın somuta, metafizik olanın fizik olana, görünmezin görünüre vb. dönüştüğünü göstermektedir. Bu iki görünüş varlığın tek ebedi gerçeğinin iki farklı bilinçli safhasıdır. Taş’ın ustalığıyla insan kendinin BÜTÜN ELEMENTLERİN HÂKİMİ olduğunu, onları istediği şekilde yönlendirebileceğini öğrenir. Açık ki Taş bilinen (ve bazı bilinmeyen) bütün biçimlere girmektedir. O ilk önce katıdır, sonra sıvı, ardından gaz ve en sonu günümüz kimyasının bildiği hiçbir şeye benzemeyen toz halinde bir öz, yani beşinci elementtir. Kimya, daha önceki vakitlerinde Taş Sanatı’nı keşfetme çalışan, fakat Öğreti’nin hakiki çocukları olan eski simyacıların kafa karıştırıcı, müphem ifadeleriyle yanlış yöne sevk edilmiş kişilerin deneylerinden modern zamanda dirilmiş bir bilimdir. Günümüzün kimya sanatı ve bilimi, neredeyse tümüyle, suretlerin yıkımına ve parçalanmasına ve bizzat kimyacıların az çok tesadüfi varsayımlarından başka bir şey olmayan başlangıç ilkelerine ayrılması girişimine adanmıştır. Oysa simya sanatı ve bilimi, doğal ilkeleri fiili bir yaratım eyleminde bir araya getirmeye adanmıştır. O filiz veren bir tohum veya kuluçkadaki bir yumurtada meydana gelen sürecin fiilen yeniden üretilmesi ve bu sürecin olgunluğa erdirilmesidir. Dindar bir adam olduğu belli olan yazarımız, Tanrısal İnsan, İnsan-Tanrı Mesih İsa’yı, bu semavi Taş’ın bir sembolü olarak görmektedir. Çünkü O’nun “inşaatçıların reddettiği, ancak köşe taşı olan” taş olduğu söylenmemiş midir, diye sormaktadır. Ayrıca Taş’ın kimyasal sindirimi için gerekli kırk gün ile Tufan’da kırk gün yağmur yağması, çölde kırk yıl dolaşma, Eliyah’ın Ahap’tan kırk günlük kaçışı, İsa’nın dağdaki kırk günü, onun mezarda geçirdiği kırk saat, dirilişinin ardından öğrencilerine kırk gün sonra görünmesi gibi ruhani örneklerde karşımıza çıkan kırk günle ilişkilendirmektedir. Bu ve benzeri birçok olay ziyadesiyle anlamlıdır. Boehme’ye göre, insanlar Tanrı’ya ve onun Kutsal Söz’üne inanmıyorsa, Simya Sanatı’nı ve İki Suyun Birleşmesi’ni etüt ederek hiç olmazsa aydınlanabilirler. İki cevherin birleştiği bu kimyasal terkip Ateş’i eylemine maruz kalır, bileşenlerine ayrışıp çözünür ve iyice sindirilir ve bu süreçte, son haline gelmeden önce, bütün çalışmaya bir ANAHTAR sunan çeşitli kimyasal renk değişimlerinden geçer. Taş’ın imalatından bilgeler “Bizim Şaheserimiz” diye bahsederler. Bu şaheserlerini en çılgınca mecazlarla ve akla gelmedik yollarla anlatırlar ki adeta çıkış umudu olmayan bir labirent yaratırlar. Öğrenci bu labirente olur da bir kez yolunu kaybederse bir daha çıkışı bulması neredeyse imkânsızdır. Simya tariflerinde sık sık karşımıza YEDİ rakamı çıkar. Yedi aşama, yedi renk, yedi metal ve yedi gezegen vardır. Satürn’le, yani kurşunla başlayan çalışma, Jüpiter’e, yani kalaya, oradan Mars’a, yani demire, oradan Venüs’e, yani bakıra, oradan Merkür’e, yani cıvaya ve nihayet Ay’a, yani gümüşe ve Güneş’e yani altına ilerler. Bununla birlikte kurşun mineralinin fiilen kalaya, sonra bakıra vb dönüştüğü düşünülmemelidir. Fakat MADDE, yani cenin halindeki Taş’ın maddesi, planlar denilen bir dizi değişim ve görünüşten geçer. Bir planet Güneş veya altın denilen bir kusursuzluğa doğru yola çıkmış bir gezen, yani gezegendir. Bu bildiğimiz altın değil, erimiş cıvanın üzerine serpilen ve bütün kütleyi isteğe göre gerçek gümüş veya altına dönüştüren yüksek bir majikal tesirdir. Aynı toz, belli dozlarda ilaç olarak alındığında kanı temizleyebilir, onun canlılığını, daha doğrusu canlılık niteliğini yükselterek, sistemden bilinen bütün hastalıkları atabilir. Paracelsus Taş’ın her derde deva ilaç olarak tesirinin kanı tümüyle temizleme gücünden geldiğini ileri sürer. Modern hekimler kusursuz kanın kusursuz sağlık olduğunu bilirler. Hastalık hemen her zaman kandaki bir kirlilikten veya engelden kaynaklanır. Dahası, neredeyse tartışmasız bir şekilde doğrudur ki eğer bir yetişkinin kanı bir gencinkiyle değiştirince gençlik kazanılır. “Kan hayatın olduğu yerdir,” işte kan dökülmesini yasaklayan kadim yasa buradan gelir. Kitabı Mukaddes’te bir şahsiyet olarak görünen Yeşu bir tür Taş’tır. Kadim peygamberler, yani simyacılar bu doğal mucizeyi açıklama yolu olarak Taş’ı kendinden önceki yazarlar gibi kişileştirme yöntemini seçmişlerdir. Yeşu İbranicede İsa’nın karşılığıdır. Aslına bakarsanız İsa, bütün ortaçağ Hermesçi’lerinin ve simyacılarının bildiği gibi aynı eski fikrin daha sonraki döneme ait başka bir kişileştirilmesidir. Yeşu’dan efsanelerde “ateşten çekilen yarı yanmış odun parçası” diye bahsedilir. Doğru bir şekilde anlaşılırsa, kelimesi kelimesine doğruyu anlatan bir sözdür bu. O, “kirli esvap giyinmiş olarak meleğin önünde durur.” Bu da çok doğrudur. Melek, Merkür (Cıva) bu emri verir: “Üzerinden kirli esvabı çıkarın.” Ve sonra Yeşu’ya şöyle söyler: “Bak senin üzerinden fesadını giderdim, sana ala esvap giydireceğim.” “Ve başına temiz sarık sardılar ve ona esvap giydirdiler… ve rap ona şöyle dedi, Şimdi, büyük kahin Yeşu, dinle. Kulum Filiz’i öne çıkaracağım.” Bu filiz “yedi gözü olan” bir taştır ve hastalıkları bir günde iyileştirme gücüne sahiptir. Orduların Rabbi o gün şöyle dedi, “O gün sizden her biri komşusunu asma altına ve incir ağacı altına çağıracak.” [Zekeriya, 3:2] O GÜN gelmiştir, birbirini katletmeyle meşgul olan milyonlarca insanı düşündüğümüzde çok uzakta GİBİ görünse bile. Fakat bu milyonlar imbiğin dibindeki, aşk, hakikat, yapıcı özgecilikten tümüyle yoksun olan cansız tortudur. İlk olarak onlar “dış karanlığa atılacaklar, orada ağlayış ve diş gıcırtısı olacak.” [Matta, 25:30] Kılıç çekenler kılıçla ölecek diyor kitap, ne kadar da doğru! Fakat orduların rabbi başka bir savaş başlatmak üzeredir ve bu savaş insanın kardeşine insanca davranacağı yeni bir dönemi başlatacaktır. Ustaların 2000 yıl önce söylediği her şey bugün gerçekleşmiştir. Cehalet ve batıl inancın sonu yakındır. Çok geçmeden dünyayı bilgelik yönetecektir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
melenie Yanıtlama zamanı: Temmuz 6, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Temmuz 6, 2010 çok etkileyici bir konu . . . "felsefe taşı" nın gerçek -olabileceğine- hiç ihtimal vermemiştim... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
hasannha Yanıtlama zamanı: Eylül 6, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 6, 2010 ben felsefe tasının sadece harypoterda duydum Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Epiphanes Yanıtlama zamanı: Eylül 6, 2010 Paylaş Yanıtlama zamanı: Eylül 6, 2010 Sıkı yazı. Kopyalayıp sonra bir daha gözden geçireceğim. Sonu ne iyimser bitiyor, özellikle gelecek kuşaklar için. Umarım doğrudur. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
sendeneyisevdim Yanıtlama zamanı: Aralık 15, 2011 Paylaş Yanıtlama zamanı: Aralık 15, 2011 hakikaten çok güzel bir yazı baştan sonuna kadar noktası noktasına okudum etkileyici bir roman havasında insanı düşündürüyor thanks Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
efIatun Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 felsefe taşı... teknik olarak böyle bir şey mümkün deil Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
nevermore Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Yazar Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 felsefe taşı... teknik olarak böyle bir şey mümkün deil Teknik olarak herşey mümkün ... Hiç bir şey mümkün değil . Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Dostum hatırlarsın belki bir dönem feci şekilde bu olaya kafayı takmıştım. Ama o kadar da abartılabilecek bir konu değil en azından altın yapma kısmı en azından artık benim için öyle. Bütün elementlerin ana maddesi kükürt ve civa. Bunların yoğunlukları ve tepkimelerine bağlı olarak madenler oluşuyor. Püf nokta hangisi ne kadar kullanılacak. Nasıl bir ısı ve basınç ile birleştirilecek Hatta araştırırken çok daha enteresan bilgilere ulaştım. O da bu muhabbeti ilk defa ortaya atan ve üzerinde çalışan kişi Müslüman bir bilim adamı imiş. Adı şu an aklımda değil notlarım bakıp bulunca eklerim buraya --------- İmkansızı kabullenmeyin her şey olabilir. Bu bir bilim ve bilimin önünü kapatmayın Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
halka Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken gizli taşı bulacaksın. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
wayfarer Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Bütün elementlerin ana maddesi kükürt ve civa. Aslında günümüzün bilimsel gerçeklerine göre tamamen yanlış ama... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Aslında günümüzün bilimsel gerçeklerine göre tamamen yanlış ama... Anlat öğrenelim Benim kaynaklarım çok eski zaten yeni teknolojiyi bilmiyorum bu konuda.Yeni bir şeyler buldularsa yeni nesil de bunları bizlere öğretecek Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Papus Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 14, 2012 Kükürt ve cıvayla kasıt bu maddeler değildir. Bunlar ilkeleri gizlemek için simyacıların kullandığı kelimelerdir. kükürt eril ilkeyi, cıva dişil ilkeyi temsil eder. Taşın oluşumu iki prensip üzerinedir. İlki yaratımı oluşturan eril ve dişil ilkelerin birleştirilerek çocuğu oluşturmasıdır. Bu açıdan bakarsak etrafımızda gördüğümüz her şey içinde eril ve dişil ilkeleri barındıran çocuklardır. Evrende anasız babasız kimse yoktur. Kybalion Sayfa başındaki yazı Delmar Deforest Bryant 'ın Peygamberlerin sırrı Felsefe Taşı isimli kitaptan alıntıdır. Orada sadece cıva ve sülfürden bahsettiği için bunları eril ve dişil diye ayırdık. ama simya metinlerinde genelde cıva, sülfür, tuz üçlüsü geçer. Bunlarda genelde. Baba Oğul Ana sülfür cıva tuz Paracelsus şeklindedir. İkinci prensibe gelirsek bu reankarnasyon prensibidir. Kapalı bir cam kapta eril ve dişil prensibin birleştirilerek oluşturulan oğul prensip insanı temsil eder. İnsanın insanıkamil olabilmesi için nasıl binlerce reankarnasyondan geçiyorsa, şişenin içindeki oğul ilkede ısıyla ( metafizik açıdan hayatta karşılaşılan zorluklar vb. ) buharlaşarak ( ruhu ) şişenin üst tarafına ulaşır ve tekrar yoğunlaşarak aşagıdaki bedenine geri döner. Bu olay aylarca sürerek binlerce kez reankarnasyon devam eder. O topraktan göğe yükselir ve tekrar toprağa iner. Böylece içinde hem yukarı hem aşağı vardır. Bu şekilde bütün evrenin ihtişamını alacaksın. Ve sende belirsizlik kalmayacak. Zümrüt Tablet Elde edilen son ürüne ham cıva, doğa ruhu,evrensel çözücü alkaest, beşinci element gibi isimler verilir. Genelde bu ürüne felsefe taşıda denir veya buraya kadarki bölüm taşın oluşumunun tamamı gibi aktarılır ki buda doğrudur çünki elde edilen sıvı, altın yapımı hariç felsefe taşının hemen hemen bütün özelliklerini taşır bir kaç damlası içilince tüm hastalıkları iyileştirir, uzun ömür sağlar, en önemliside farkındalığı arttırır. Taşın oluşumu iki aşamada olur ikinci aşama yukardaki yazdığımın bir tekrarı niteliğindedir. Elde edilen beşinci element fiziksel altınla birleştirilerek bunlardan kırmızı (eril) ve beyaz (dişil) iki sıvı elde edilir. Bunlar ve İmbiğin dibinde kalan altın parçaları (tuz) kapalı bir şişenin içine (birleşme) konur ve ısıyla (reankarnasyon) günler sonra felsefe taşına ulaşılır. Yanlız ikinci aşama biraz daha ayrıntılıdır şişenin içinde gezegenlerle temsil edilen yedi renk değişiminin gözlenmesi ve bazı aşamalarda ilave eril dişil madde eklenmesi gerekir. Bu ikinci aşama neredeyse %70 oranında Archibald Cockren' in Simya sanatı ve simyacılar kitabında anlatılır. ( bilgisayarda uzun yazmayı sevmediğim için o bölümü almadım yazmak isteyenler için 116. sayfanın sonlarından başlıyor 121. sayfanın sonuna kadar.) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Mayıs 15, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 15, 2012 Ah evet tuzu unuttum lakin sülfür değil kükürt o Yani dört elementten artı olarak tuz , kükürt ve civa ayrı bir öneme sahiptir. Bunlardan kükürt ve civa ''transformasyon teorisi'' kapsamında temek iki element olarak sunulmuştur. Bu yedi temel element canlı ve cansız bütün varlığın temel maddesini oluşturur. Bizi ilgilendiren kısmı da temel olarak materia prima olarak adlandırılan tuz , kükürt ve civadır. Şimdi biraz işim var akşam daha ayrıntılı konuya ekleme yapacağım. Hatta laboratuar ortamında bir Türk bilim adamı yanlış hatırlamıyor isem Amerikada bir üniversitede bir kaç bilim adamı ile ortaklaşa çalıştıkları bir deneyde altın üretmeyi başarmışlardı. Bu konuda elimde bir röportaj mevcut. Gelince onları da ekleyeceğim (ve yine hafızam beni yanıltmıyor ise bu teoriyi yani felsefe taşını da ''el-iksir '' adı altında ilk ortaya atan da Müslüman bir bilim adamı idi. Ona da yeniden bakmam lazım adını hatırlayamadım bir türlü. Bayağıdır üzerinde durmadığım bir konu ve hafızamdan silinmiş bazı şeyler yeniden arşivime bakmam lazım. ) Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Papus Yanıtlama zamanı: Mayıs 15, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 15, 2012 Arap ve arap kökenli kaynaklarda genelde kükürt, avrupa kökenli metinlerde genelde sülfür diye geçer. Her ikiside aynı ilkeyi belirtmek için kullanılır. paracelsus aşama ve katman sayısı diyebileceğimiz 7 sayısına ulaşmak için dört element artı 3 dediysede genelde simyada 4 elementle tuz cıva sülfür eşleştirilir. baba oğul ana sülfür cıva tuz ateş hava su genel baba oğul ana sülfür cıva tuz hava su toprak Paracelsus O türk bilim adamların bulduğu Felsefe Taşıyla alakalı olmasada genel anlamda simya ile alakalıydı. Bütün Okült ilimler gibi simyanında eski mısır ve hermese dayandığı ve buradan dünyaya yayıdığı söylenir. (tabi bunun öncesindede atlantis, mu vb. ) bundan en çok nemalananlar araplardı avrupadaki birçok simyacı ve gül-haç gibi örgütlerin kaynağı hep araplar olarak gösterilir. Bu gün bile suriye, ırak, kutsal topraklar cıvarı bölgelerde öğreti devam ediyor olabilir. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
meras Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Simya zamanlarında uydurulmuş birşey sanardım şimdi çok ilgimi çekti açıkçası teşekkürler Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
komuro Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Bu yazının İngilizce'si Alchemy web sitesinde bulunmaktadır Geleneksel Hint Tıbbı, Ayurveda'nın ilkeleri o denli iyi tanındığı bu aç Yeni Çağ coşkunluğunda, Batı halen Güney Hintli Tamil Siddhar geleneği konusunda bilgisizdir. Oysa Gül-Haç simyagerlerin geleneğine harika bir paralel temsil etmektedir. Nasıl Gül-Haç geleneği menşeini "Atlantis"in mirasçısı kadim Mısır olarak gösteriyorsa, aynı şekilde Tamil Siddharlar menşeini yaklaşık 10,000 yıl önce büyük bir tufanda yok olan ileri bir uygarlığa addediyor. Rivayette göre bu kayıp kıta Madagascar'dan Avustralya uzanıyordu ve Sri Lanka onun merkezi topraklarını oluşturuyordu. simya yüzyıllardır var ve kimse bunu inkar etmez newton gibi biri bile uğraşmışsa ben daha bişey demem Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Felsefe taşıyla alakalı değil zaten benim de üzerinde durduğum konu işin altın yapma kısmıydı. Sonuçta iksir olayın bir yüzü altın ise diğer yüzü. Yani aslında felsefe taşı da değil. Yapay olarak bir nevi doğadaki elementleri kullanarak ya da bileşenleri vs vs vs kullanarak kendimizin doğal sürece müdahale ederek nasıl altın yapabileceğimiz kısmı ile ilgileniyorum. Bahsettiğim yazıyı ekliyeyim önce. Ve bir de yazının kime ait olduğunu bilmiyorum orasını not almamışım. Bilen söylerse özel mesaj ile konuyu dağıtmadan ekleriz. Şu yazıyı bir okuyun açıkçası benim çok hoşuma gitmişti böyle bir şeyin yapıdığını öğrenmek ; Yapay evrim denen bir yöntemle virüs ve bakteri proteinleri kullanılarak gerçekleştirilen çalışma, Amerikan bilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Altın yapmanın şifresine ulaşmanın bin yılları bulan zahmetli yolu, yaşamın sırlarından biri olan doğal seleksiyondan geçiyor; yani moleküllerin birbirlerini tanıyıp seçip ayırmayı bilmesinde yatıyor. Harry Potter serisinin ilk filmini izleyenler hatırlar; Harry ve arkadaşları okulda girilmesi yasak ulan üçüncü koridora girerler. Burada üç başlı bir canavarın koruduğu “felsefe taşı” saklanmaktadır. Harry’nin anne ve babasını öldüren kötü büyücü Voldemort da “felsefe taşı”nuı peşindedir. Mistisizme meraklı olanlar bu taşın, geçmişi 2500 yıl öncesine kadar dayanan simya ilminin efsanevi taşı olduğunu bilirler. “Felsefe taşı”, en bilinen anlamıyla, tüm maddeleri altına çeviren ve ölümsüzlük veren taştır, maddenin en sat hali, özüdür. Yüzyıllar, bin yıllar boyunca Mezopotamya, Anadolu, Antik Mısır. İran, Hindistan ve Çin’de. Antik Yunan’da. Roma İmparatorluğumda. İslam coğrafyasında ve Ortaçağdan itibaren 19, yüzyıla kadar da Avrupa’da simyacılar hep bu taşı arayıp durdular. Isaae Nevton. Robert Böyle. Demokritus. Razi. Inn Haldun, Cabii Ihn Hayvan, Nieolas Flamel. Platon. Pitagoras, Tales. Zosimus ve Paracelsus “felsefe taşf’nı bulmaya çalışan tanınmış simyacılardan yalnızca birkaçı. Simya bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok süreçten geçirerek arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde ortaya altın çıkacaktır. Simyanın, maddeden altını çıkarma uğraşı, ezoterik olarak insandaki Tanrı özünün ortaya çıkartılmasına denk gelir. Bu anlamda “felsefe taşı” da mutlak olana kavuşturan bilinç anlamını kazanır. “Felsefe taşı” en güzel ifadesini VITRIOL sözcüğünde bulur. VIT-RIO1. Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle ‘”Visİta Interiora Terra; Rectificando Invçnies Oeeultum La-pidem’dirve “‘Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” anlamına gelir. Simya düşüncesi aslında Tanrı’nın birliğinden kaynaklanır. Evreni yaratan Tanrı. Ruh’a çeşitli formlar vermiş ve böylelikle madde oluşmuştur: yani madde Tek olanın farklı görünüşlerinden ibarettir. Simyacı ise bu formların arasında altın olanı arar. Bu arayış tarih boyunca simyacıların kent meydanlarında yakılmasıyla bile sonuçlansa hiçbir zaman bitmedi. Yapay evrimle gerçek altın Ancak sonunda insanlığın 2500 yıllık rüyası gerçek oldu. “Felsefe taşı” bulundu! Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nden iki Türk profesör laboratuarda biyolojik ortamda altın parçacığı üretmeyi başardı. Ama simyacıların kutsal metinlerinde geçtiği gibi yakmayan ateş, ıslatmayan su ve filozof yumurtasıyla değil; yapay evrimle, bir başka deyişle hızlandırılmış evrimle altın üretiyorlar. Washington Üniversitesi Genetik Mühendisliği Malzeme Bilimleri ve Mühendislik Merkezi’nin (GEM-SEC) kurucusu ve yöneticisi Prof. Mehmet Sarıkaya ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölüm Başkanı, İTÜ Moleküler Biyoloji Genetik ve Biyoteknoloji Araştırmaları Merkezi’nin yöneticisi Prof. Candan Tamerler’in birlikte yürüttüğü çalışma, malzeme mühendislikleri için bir devrim niteliğinde. Çünkü bu çalışma yalnız altın üretebilmenin değil, savunma, tıp, ilaç sanayi ve endüstrinin her alanı için her türlü malzemeyi üretebilmenin yolunu açıyor. Sözünü eniğimiz malzemeler sentetik malzemeler değil üstelik gerçek, doğadaki gibi malzemeler! Sır, moleküllerin “tanışma”sıymış Merak içinde “Peki neymiş gerçekte bu felsefe taşı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çok şaşıracaksınız ama altın üretmeye yarayan “‘felsefe taşı” bir nesne değil, bir kavram! Moleküllerin birbirlerini tanıması! Yani canlılığın, var oluşun sırrı; doğal seleksiyon. Atomların, moleküllerin birbirlerini seçmesi ve ayırması. Güzeller güzeli Ayşe Memed’i sever de Ahmet’e yüz vermez. Neden? Çünkü Memed’inin yanında mutludur, Ahmet’in değil. Memed’İn yanında kalbi kuş gibi çarpar, Ahmet’in değil. Memed’le muhabbet ister gönlü, Ahmet’le değil. “Ne alakası var?” dediğinizi duyuyorum ama aşkın neyle alakası yok ki! Birazdan konuyu anlatırken niye aşktan söz ettiğimi daha iyi anlayacaksınız. Zaten Prof. Mehmet Sarıkaya konuyu anlamam için kendisi verdi bana bu örneği. Moleküler boyutta bir şeyleri anlatmanın zorluğunu fark edip “Bu kız bu oğlanın elini tutmak İster de ötekinin elini tutmak istemez, niye?” deyiverdi en sonunda, ben de anladım. Ama anlatmadan önce hikâyeyi baştan, yani 1984 yılından alacağım efendim. Prof. Sarıkaya, 1984'te ABD Kaliforniya Üniversitesi’nde doktora çalışması için çeliğin yapısını incelerken, bir bilim dergisinde deniz kabuğunun elektron mikroskobu altındaki görüntüsü ilişir gözüne. Deniz kabuğunun içyapısı çeliğinkiyle aynıdır, tuğlayla örülmüş bir duvara benzemektedir. Yani insanoğlu moleküler boyutta ne yaptığının farkında olmadan, doğada bilinen en dayanıklı malzeme olan deniz kabuğunu taklit eden bir madde üretmiştir demire karbon katarak: Çelik! O gün Sarıkaya, bir malzeme bilimci olarak doğayı taklit ederek mükemmel malzemeler geliştirebileceğinin farkına varır. Biyomimelik (biyobenzetim) denen bilim dalına ilk adımını böylece atar. Biyomimetik, canlılardaki protein yapılarını nano ölçekte (atomik veya moleküler boyutta) inceleyerek, mühendislik yoluyla bu yapılara benzer sentetik malzemeler üretmeye çalışan bir bilim dalı. Sarıkaya da 90'ların sonuna kadar geyik boynuzları, sünger iskeletleri ve bakteriler üzerinde çalışmalarını sürdürür. 90'ların başında nanoteknoloji ve nano-biyo-teknolojinin yükselişi biyomimetik çalışmalarına da ilgiyi arttırır. Canlı ve cansız dünya birleşti Ancak tabiatı taklit etmenin zorlukları ve günümüz teknolojisinin yetersizlikleri bir yana, bu alanda tek bir veriye ulaşmak bile onlarca yıl alıyor. Örneğin 30 yıllık çalışmaların sonucunda diş minesinin oluşumunda etkin olan 40 protein içinden bugüne dek yalnızca bir tanesinin belirli bir bölgesinin ne işe yaradığı keşfedilmiş durumda. Prof. Sarıkaya 2000 yılında şöyle der kendi kendine: “Niye tabiat anayı taklit etmek yerine malzemeleri onun yaptığı gibi yapmayalım?” Kendisine bu soruyu yönelttiğinde dünyada “moleküler biyomimetiğin” kurucusu olacağını bilemezdi herhalde. Bu çılgın fikrini hayata geçirmek için iyi bir moleküler biyolog arayışına girer. Prof. Candan Tamerler ile işte bu arayış sırasında, İstanbul’a 2001'de bir kongre için geldiğinde tanışır. Tamerler, o zaman için son derece çılgınca görünen bu fikre derhal sıcak bakar ve “Canlıların yapı taşı olan proteinler milyarlarca yıldır neyi nasıl yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Biz de proteinleri kullanabiliriz” der. Çevresinde hayalperest damgası yer ama yılmaz. İşte bu ikilinin tanıştığı gün, biyo-mimetikte ilk kez canlı dünyayla cansız dünya arasında bir köprü kurulur. Amaç; az evvel söz ettiğimiz gibi moleküllerin birbirini tanıması, sevmesi, tercih etmesi prensiplerine göre her türlü malzemeyi üretmek. Başta ABD’de olmak üzere Nature gibi birçok saygın bilim dergisinde makaleleri yayımlanan Sarıkaya ve Tamerler artık bugün gümüş, platin, mika, titanyum, safir, silika, insan dişi dokuları ve altın üretebiliyorlar. Şimdi neymiş bu yapay evrim, moleküllerin birbirini tanıması ve seçmesi, anlatalım. Altın seven peptitler Öncelikle bir bardak suyun içine (deney tüpünün yani) küçük altın parçacıkları yerleştiriliyor. Sonra milyarlarca bakterinin ve virüsün bulunduğu “bakteri ve virüs kütüphanesi” dedikleri bölüme geçiliyor. Buradaki virüs ve bakterilerin kendilerine has yapılarını oluşturan proteinleri toplanıyor. Bu proteinlerin de peptit denen küçük bir kısmı alınıp altın parçacıktı su dolu bardağa atılıyor. Sonra da milyarlarca peptit içinden bazılarının altını suya tercih ederek altına yapışması bekleniyor. Beklenen oluyor. Birkaç yüz tanesi altın parçacıklarına gidip yerleşiyor. Neden diye soruyorum. “Bir peptitin altını suya tercih etmesi, altın molekülünün peptitin üç boyutlu yapısına uyduğu anlamına geliyor. Peptit altın molekülünün üzerinde kendini dengede ve rahat hissediyor. Evrimsel olarak bakarsak, altın parçacığının üzerine yapıştığında ortaya bir enerji çıkıyor ve peptit enerjik olarak dengesini sağlıyor ve bu nedenle o maddeye bağımlı hâle geliyor” diye cevaplıyor Tamerler. Zaten sudan başka bir seçeneği de yok peptitin. İkisinden birini seçmek zorunda, o da kendisine en uygun olan, en rahat ettiği yeri seçiyor. İşte buna molekül boyutunda “tanıma” deniyor. Bir anlamda hayata tutunmaya çalışıyor. Peki pep-tit canlı mı ki buna karar verebiliyor? Bu soruyu da Sarıkaya yanıtlıyor: “Biz akıllı molekül diyoruz. Molekül başka bir molekülü tanıyor ve onunla birleşince bir fonksiyon, bir çıkar elde ediyorsa bu akıldır işte. Peptitler de sanki canlı gibi”. Peki, bir peptit kendini altının üzerinde dengede hissedip hissetmediğine nasıl karar veriyor? Sarıkaya hemen sandalyesinden kalkıp göstererek anlatmaya başlıyor: “Diyelim ben peptitim, bu sandalye de altın. Ben geliyorum sandalyenin orasına burasına oturuyorum ama bir türlü rahat edemiyorum. Benim üç boyutlu yapıma yani vücut şeklime uygun değil diyelim ki bu sandalye. Diyelim çok şişmanım ve sığamıyorum bu dar sandalyeye. İşte peptitler de üç boyutlu yapılarına uygun yani ergonomik olan yapıyı seçiyorlar oturmak için. Ya da onu bırak, bir kız bir oğlanın elini tutar da ötekininkini tutmaz niye? Onun gibi işte…” Bu hareketli anlatımla konuyu iyice kavrıyorum. Vücudumuzdaki moleküllerin birbirini aynen bu şekilde tanımasalar bir araya gelemeyeceklerini de öğreniyorum. Biyolojinin temeli bu tanıma kavramına dayanıyormuş. Denizlerdeki altın tuğlaları Daha sonra suda kalmayı tercih eden peptitler ayıklanarak altını tercih edenler toplanıyor. Ve virüslerin, bakterilerin genetikleriyle oynanarak altını tercih eden türdeki peptitler üretmeleri sağlanıyor. Şimdi gelelim altın yapmaya. Denizde, okyanuslarda, göllerde ve ırmaklarda altın iyonları (atomik boyutta) bulunduğunu biliyoruz. Bu iyonlar altın değil ama bir araya getirilirlerse altın olacaklar. İşte ikinci aşama burada başlıyor. Bir kova deniz suyu almıyor (yani iyonlar sulu ortamda deney tüpünde bir araya getiriliyor) ve içine az evvel söz ettiğimiz “altın sever” peptitler bırakılıyor. Sonra bir bardak kahve almaya gidiyorsunuz ve dönüyorsunuz ki ne göresiniz, kovanın içinde altın parçacıkları var! Hem de dakikalar içinde! Ama nasıl? Yaşam alanı olarak altını tercih eden peptitler altın iyonlarını görünce tanıyor. 3-5 dakika içinde iyonları bir araya getirerek altın molekülleri yani kendine yaşayacak bir ev yapıyor. Tıpkı tuğlaları bir araya getirerek ev yapmak gibi. Sarıkaya: “Bu, yapay evrimle ortaya yeni bir akıllı biyolojik molekül çıkması demek. Altın iyonuyla diğer iyonlar arasındaki farkı bilen bir yapı. Göllerde, denizlerde, altın madenlerindeki su birikintilerinde altın iyonları bulunur. Altın seven peptitler bunların hepsini altına çevirebilirler” diyor. Tamerler tüm bu işlemlerin oda sıcaklığında ve kimyasal kullanmadan yapılmasını “İşte buna yeşil bilim denir” sözüyle açıklıyor. Peki peptitler iyonları bir araya getirmeyi nereden ve nasıl biliyor? Sarıkaya cevap veriyor: “Evrimsel süreç”. Külçe altın da yapılabilir Altın tıpta, sensörlerde, nanotek-nolojide kullanılan önemli madenlerden biri. Tamerler, altının makro ölçekte de (külçe külçe) üretilebileceğini ancak kendileri nano yapılar üzerine çalıştıkları, nanoteknolojik parçalarda da az miktar altın kullanıldığı için şimdilik makro üretime geçmek için sistemlerini hazırlamaya ihtiyaç duymadıklarını belirtiyor ve ekliyor: “Ama kuyumculuk sektöründen bir çalışma talebi gelirse değerlendirebiliriz. Şimdilik montajlarında altın kullanan Amerikalı ve Kanadalı birkaç nanoteknoloji firması ile ortaklık görüşmeleri yapıyoruz. Bir de dişçilerden çok büyük ilgi gördük. Peptitlerimiz istenen bölgede doğal diş yapısı oluşturabiliyorlar ve bu dişçilik için bir devrim.” 5-10 yıl sonra üzerinde “dişler için”, “kırık kemikler için”, “altın için”, “gümüş için” yazan kutularda peptitler satıldığını görürsek şaşırmamamız gerekiyor. Etrafımızda somon zenginleri de görebiliriz pekâlâ. Nasıl mı? Sarıkaya’nın bu çalışmayı öğrenen bir arkadaşı müthiş bir fikir atmış ortaya: “Biliyorsun somon balıkları bir nehirde doğduktan sonra okyanuslara açılırlar. Sonra da yumurtlamak için 3-4 yıl sonra doğdukları nehre geri dönerler. İşte bu somonların içine peptitleri yerleştirsek, okyanustaki altın iyonlarını altın parçacıklarına dönüştürseler ve somonlar doğdukları nehre geri döndüklerinde onları yakalayıp altınları toplasak olmaz mı?” Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
efIatun Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Felsefe taşıyla alakalı değil zaten benim de üzerinde durduğum konu işin altın yapma kısmıydı. Sonuçta iksir olayın bir yüzü altın ise diğer yüzü. Yani aslında felsefe taşı da değil. Yapay olarak bir nevi doğadaki elementleri kullanarak ya da bileşenleri vs vs vs kullanarak kendimizin doğal sürece müdahale ederek nasıl altın yapabileceğimiz kısmı ile ilgileniyorum. Bahsettiğim yazıyı ekliyeyim önce. Ve bir de yazının kime ait olduğunu bilmiyorum orasını not almamışım. Bilen söylerse özel mesaj ile konuyu dağıtmadan ekleriz. Şu yazıyı bir okuyun açıkçası benim çok hoşuma gitmişti böyle bir şeyin yapıdığını öğrenmek ; Yapay evrim denen bir yöntemle virüs ve bakteri proteinleri kullanılarak gerçekleştirilen çalışma, Amerikan bilim çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Altın yapmanın şifresine ulaşmanın bin yılları bulan zahmetli yolu, yaşamın sırlarından biri olan doğal seleksiyondan geçiyor; yani moleküllerin birbirlerini tanıyıp seçip ayırmayı bilmesinde yatıyor. Harry Potter serisinin ilk filmini izleyenler hatırlar; Harry ve arkadaşları okulda girilmesi yasak ulan üçüncü koridora girerler. Burada üç başlı bir canavarın koruduğu “felsefe taşı” saklanmaktadır. Harry’nin anne ve babasını öldüren kötü büyücü Voldemort da “felsefe taşı”nuı peşindedir. Mistisizme meraklı olanlar bu taşın, geçmişi 2500 yıl öncesine kadar dayanan simya ilminin efsanevi taşı olduğunu bilirler. “Felsefe taşı”, en bilinen anlamıyla, tüm maddeleri altına çeviren ve ölümsüzlük veren taştır, maddenin en sat hali, özüdür. Yüzyıllar, bin yıllar boyunca Mezopotamya, Anadolu, Antik Mısır. İran, Hindistan ve Çin’de. Antik Yunan’da. Roma İmparatorluğumda. İslam coğrafyasında ve Ortaçağdan itibaren 19, yüzyıla kadar da Avrupa’da simyacılar hep bu taşı arayıp durdular. Isaae Nevton. Robert Böyle. Demokritus. Razi. Inn Haldun, Cabii Ihn Hayvan, Nieolas Flamel. Platon. Pitagoras, Tales. Zosimus ve Paracelsus “felsefe taşf’nı bulmaya çalışan tanınmış simyacılardan yalnızca birkaçı. Simya bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı birçok süreçten geçirerek arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde ortaya altın çıkacaktır. Simyanın, maddeden altını çıkarma uğraşı, ezoterik olarak insandaki Tanrı özünün ortaya çıkartılmasına denk gelir. Bu anlamda “felsefe taşı” da mutlak olana kavuşturan bilinç anlamını kazanır. “Felsefe taşı” en güzel ifadesini VITRIOL sözcüğünde bulur. VIT-RIO1. Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle ‘”Visİta Interiora Terra; Rectificando Invçnies Oeeultum La-pidem’dirve “‘Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” anlamına gelir. Simya düşüncesi aslında Tanrı’nın birliğinden kaynaklanır. Evreni yaratan Tanrı. Ruh’a çeşitli formlar vermiş ve böylelikle madde oluşmuştur: yani madde Tek olanın farklı görünüşlerinden ibarettir. Simyacı ise bu formların arasında altın olanı arar. Bu arayış tarih boyunca simyacıların kent meydanlarında yakılmasıyla bile sonuçlansa hiçbir zaman bitmedi. Yapay evrimle gerçek altın Ancak sonunda insanlığın 2500 yıllık rüyası gerçek oldu. “Felsefe taşı” bulundu! Washington Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nden iki Türk profesör laboratuarda biyolojik ortamda altın parçacığı üretmeyi başardı. Ama simyacıların kutsal metinlerinde geçtiği gibi yakmayan ateş, ıslatmayan su ve filozof yumurtasıyla değil; yapay evrimle, bir başka deyişle hızlandırılmış evrimle altın üretiyorlar. Washington Üniversitesi Genetik Mühendisliği Malzeme Bilimleri ve Mühendislik Merkezi’nin (GEM-SEC) kurucusu ve yöneticisi Prof. Mehmet Sarıkaya ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölüm Başkanı, İTÜ Moleküler Biyoloji Genetik ve Biyoteknoloji Araştırmaları Merkezi’nin yöneticisi Prof. Candan Tamerler’in birlikte yürüttüğü çalışma, malzeme mühendislikleri için bir devrim niteliğinde. Çünkü bu çalışma yalnız altın üretebilmenin değil, savunma, tıp, ilaç sanayi ve endüstrinin her alanı için her türlü malzemeyi üretebilmenin yolunu açıyor. Sözünü eniğimiz malzemeler sentetik malzemeler değil üstelik gerçek, doğadaki gibi malzemeler! Sır, moleküllerin “tanışma”sıymış Merak içinde “Peki neymiş gerçekte bu felsefe taşı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çok şaşıracaksınız ama altın üretmeye yarayan “‘felsefe taşı” bir nesne değil, bir kavram! Moleküllerin birbirlerini tanıması! Yani canlılığın, var oluşun sırrı; doğal seleksiyon. Atomların, moleküllerin birbirlerini seçmesi ve ayırması. Güzeller güzeli Ayşe Memed’i sever de Ahmet’e yüz vermez. Neden? Çünkü Memed’inin yanında mutludur, Ahmet’in değil. Memed’İn yanında kalbi kuş gibi çarpar, Ahmet’in değil. Memed’le muhabbet ister gönlü, Ahmet’le değil. “Ne alakası var?” dediğinizi duyuyorum ama aşkın neyle alakası yok ki! Birazdan konuyu anlatırken niye aşktan söz ettiğimi daha iyi anlayacaksınız. Zaten Prof. Mehmet Sarıkaya konuyu anlamam için kendisi verdi bana bu örneği. Moleküler boyutta bir şeyleri anlatmanın zorluğunu fark edip “Bu kız bu oğlanın elini tutmak İster de ötekinin elini tutmak istemez, niye?” deyiverdi en sonunda, ben de anladım. Ama anlatmadan önce hikâyeyi baştan, yani 1984 yılından alacağım efendim. Prof. Sarıkaya, 1984'te ABD Kaliforniya Üniversitesi’nde doktora çalışması için çeliğin yapısını incelerken, bir bilim dergisinde deniz kabuğunun elektron mikroskobu altındaki görüntüsü ilişir gözüne. Deniz kabuğunun içyapısı çeliğinkiyle aynıdır, tuğlayla örülmüş bir duvara benzemektedir. Yani insanoğlu moleküler boyutta ne yaptığının farkında olmadan, doğada bilinen en dayanıklı malzeme olan deniz kabuğunu taklit eden bir madde üretmiştir demire karbon katarak: Çelik! O gün Sarıkaya, bir malzeme bilimci olarak doğayı taklit ederek mükemmel malzemeler geliştirebileceğinin farkına varır. Biyomimelik (biyobenzetim) denen bilim dalına ilk adımını böylece atar. Biyomimetik, canlılardaki protein yapılarını nano ölçekte (atomik veya moleküler boyutta) inceleyerek, mühendislik yoluyla bu yapılara benzer sentetik malzemeler üretmeye çalışan bir bilim dalı. Sarıkaya da 90'ların sonuna kadar geyik boynuzları, sünger iskeletleri ve bakteriler üzerinde çalışmalarını sürdürür. 90'ların başında nanoteknoloji ve nano-biyo-teknolojinin yükselişi biyomimetik çalışmalarına da ilgiyi arttırır. Canlı ve cansız dünya birleşti Ancak tabiatı taklit etmenin zorlukları ve günümüz teknolojisinin yetersizlikleri bir yana, bu alanda tek bir veriye ulaşmak bile onlarca yıl alıyor. Örneğin 30 yıllık çalışmaların sonucunda diş minesinin oluşumunda etkin olan 40 protein içinden bugüne dek yalnızca bir tanesinin belirli bir bölgesinin ne işe yaradığı keşfedilmiş durumda. Prof. Sarıkaya 2000 yılında şöyle der kendi kendine: “Niye tabiat anayı taklit etmek yerine malzemeleri onun yaptığı gibi yapmayalım?” Kendisine bu soruyu yönelttiğinde dünyada “moleküler biyomimetiğin” kurucusu olacağını bilemezdi herhalde. Bu çılgın fikrini hayata geçirmek için iyi bir moleküler biyolog arayışına girer. Prof. Candan Tamerler ile işte bu arayış sırasında, İstanbul’a 2001'de bir kongre için geldiğinde tanışır. Tamerler, o zaman için son derece çılgınca görünen bu fikre derhal sıcak bakar ve “Canlıların yapı taşı olan proteinler milyarlarca yıldır neyi nasıl yapacaklarını çok iyi biliyorlar. Biz de proteinleri kullanabiliriz” der. Çevresinde hayalperest damgası yer ama yılmaz. İşte bu ikilinin tanıştığı gün, biyo-mimetikte ilk kez canlı dünyayla cansız dünya arasında bir köprü kurulur. Amaç; az evvel söz ettiğimiz gibi moleküllerin birbirini tanıması, sevmesi, tercih etmesi prensiplerine göre her türlü malzemeyi üretmek. Başta ABD’de olmak üzere Nature gibi birçok saygın bilim dergisinde makaleleri yayımlanan Sarıkaya ve Tamerler artık bugün gümüş, platin, mika, titanyum, safir, silika, insan dişi dokuları ve altın üretebiliyorlar. Şimdi neymiş bu yapay evrim, moleküllerin birbirini tanıması ve seçmesi, anlatalım. Altın seven peptitler Öncelikle bir bardak suyun içine (deney tüpünün yani) küçük altın parçacıkları yerleştiriliyor. Sonra milyarlarca bakterinin ve virüsün bulunduğu “bakteri ve virüs kütüphanesi” dedikleri bölüme geçiliyor. Buradaki virüs ve bakterilerin kendilerine has yapılarını oluşturan proteinleri toplanıyor. Bu proteinlerin de peptit denen küçük bir kısmı alınıp altın parçacıktı su dolu bardağa atılıyor. Sonra da milyarlarca peptit içinden bazılarının altını suya tercih ederek altına yapışması bekleniyor. Beklenen oluyor. Birkaç yüz tanesi altın parçacıklarına gidip yerleşiyor. Neden diye soruyorum. “Bir peptitin altını suya tercih etmesi, altın molekülünün peptitin üç boyutlu yapısına uyduğu anlamına geliyor. Peptit altın molekülünün üzerinde kendini dengede ve rahat hissediyor. Evrimsel olarak bakarsak, altın parçacığının üzerine yapıştığında ortaya bir enerji çıkıyor ve peptit enerjik olarak dengesini sağlıyor ve bu nedenle o maddeye bağımlı hâle geliyor” diye cevaplıyor Tamerler. Zaten sudan başka bir seçeneği de yok peptitin. İkisinden birini seçmek zorunda, o da kendisine en uygun olan, en rahat ettiği yeri seçiyor. İşte buna molekül boyutunda “tanıma” deniyor. Bir anlamda hayata tutunmaya çalışıyor. Peki pep-tit canlı mı ki buna karar verebiliyor? Bu soruyu da Sarıkaya yanıtlıyor: “Biz akıllı molekül diyoruz. Molekül başka bir molekülü tanıyor ve onunla birleşince bir fonksiyon, bir çıkar elde ediyorsa bu akıldır işte. Peptitler de sanki canlı gibi”. Peki, bir peptit kendini altının üzerinde dengede hissedip hissetmediğine nasıl karar veriyor? Sarıkaya hemen sandalyesinden kalkıp göstererek anlatmaya başlıyor: “Diyelim ben peptitim, bu sandalye de altın. Ben geliyorum sandalyenin orasına burasına oturuyorum ama bir türlü rahat edemiyorum. Benim üç boyutlu yapıma yani vücut şeklime uygun değil diyelim ki bu sandalye. Diyelim çok şişmanım ve sığamıyorum bu dar sandalyeye. İşte peptitler de üç boyutlu yapılarına uygun yani ergonomik olan yapıyı seçiyorlar oturmak için. Ya da onu bırak, bir kız bir oğlanın elini tutar da ötekininkini tutmaz niye? Onun gibi işte…” Bu hareketli anlatımla konuyu iyice kavrıyorum. Vücudumuzdaki moleküllerin birbirini aynen bu şekilde tanımasalar bir araya gelemeyeceklerini de öğreniyorum. Biyolojinin temeli bu tanıma kavramına dayanıyormuş. Denizlerdeki altın tuğlaları Daha sonra suda kalmayı tercih eden peptitler ayıklanarak altını tercih edenler toplanıyor. Ve virüslerin, bakterilerin genetikleriyle oynanarak altını tercih eden türdeki peptitler üretmeleri sağlanıyor. Şimdi gelelim altın yapmaya. Denizde, okyanuslarda, göllerde ve ırmaklarda altın iyonları (atomik boyutta) bulunduğunu biliyoruz. Bu iyonlar altın değil ama bir araya getirilirlerse altın olacaklar. İşte ikinci aşama burada başlıyor. Bir kova deniz suyu almıyor (yani iyonlar sulu ortamda deney tüpünde bir araya getiriliyor) ve içine az evvel söz ettiğimiz “altın sever” peptitler bırakılıyor. Sonra bir bardak kahve almaya gidiyorsunuz ve dönüyorsunuz ki ne göresiniz, kovanın içinde altın parçacıkları var! Hem de dakikalar içinde! Ama nasıl? Yaşam alanı olarak altını tercih eden peptitler altın iyonlarını görünce tanıyor. 3-5 dakika içinde iyonları bir araya getirerek altın molekülleri yani kendine yaşayacak bir ev yapıyor. Tıpkı tuğlaları bir araya getirerek ev yapmak gibi. Sarıkaya: “Bu, yapay evrimle ortaya yeni bir akıllı biyolojik molekül çıkması demek. Altın iyonuyla diğer iyonlar arasındaki farkı bilen bir yapı. Göllerde, denizlerde, altın madenlerindeki su birikintilerinde altın iyonları bulunur. Altın seven peptitler bunların hepsini altına çevirebilirler” diyor. Tamerler tüm bu işlemlerin oda sıcaklığında ve kimyasal kullanmadan yapılmasını “İşte buna yeşil bilim denir” sözüyle açıklıyor. Peki peptitler iyonları bir araya getirmeyi nereden ve nasıl biliyor? Sarıkaya cevap veriyor: “Evrimsel süreç”. Külçe altın da yapılabilir Altın tıpta, sensörlerde, nanotek-nolojide kullanılan önemli madenlerden biri. Tamerler, altının makro ölçekte de (külçe külçe) üretilebileceğini ancak kendileri nano yapılar üzerine çalıştıkları, nanoteknolojik parçalarda da az miktar altın kullanıldığı için şimdilik makro üretime geçmek için sistemlerini hazırlamaya ihtiyaç duymadıklarını belirtiyor ve ekliyor: “Ama kuyumculuk sektöründen bir çalışma talebi gelirse değerlendirebiliriz. Şimdilik montajlarında altın kullanan Amerikalı ve Kanadalı birkaç nanoteknoloji firması ile ortaklık görüşmeleri yapıyoruz. Bir de dişçilerden çok büyük ilgi gördük. Peptitlerimiz istenen bölgede doğal diş yapısı oluşturabiliyorlar ve bu dişçilik için bir devrim.” 5-10 yıl sonra üzerinde “dişler için”, “kırık kemikler için”, “altın için”, “gümüş için” yazan kutularda peptitler satıldığını görürsek şaşırmamamız gerekiyor. Etrafımızda somon zenginleri de görebiliriz pekâlâ. Nasıl mı? Sarıkaya’nın bu çalışmayı öğrenen bir arkadaşı müthiş bir fikir atmış ortaya: “Biliyorsun somon balıkları bir nehirde doğduktan sonra okyanuslara açılırlar. Sonra da yumurtlamak için 3-4 yıl sonra doğdukları nehre geri dönerler. İşte bu somonların içine peptitleri yerleştirsek, okyanustaki altın iyonlarını altın parçacıklarına dönüştürseler ve somonlar doğdukları nehre geri döndüklerinde onları yakalayıp altınları toplasak olmaz mı?” kusura bakmayın ben yine bu konuda bilgisi olmayan kas kafalı biri gibi konuya giricem... Lütfen bana Platonun felsefe taşını aradığını ve simya ile uğraştığını gösteren bi kaynak sunabilirmisin... Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 kusura bakmayın ben yine bu konuda bilgisi olmayan kas kafalı biri gibi konuya giricem... Lütfen bana Platonun felsefe taşını aradığını ve simya ile uğraştığını gösteren bi kaynak sunabilirmisin... Yazıyı hazırlayan kişiye sormak lazım Zaten belirttim röportaj kime ait bilen varsa söylesin diye not etmemişim onu Ama aramadığını ya da simya ile uğraşmadığını da kimse ispat edemez. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Papus Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Yazı bir roportajdan ziyade makaleye benziyor. İlk kısımdaki felsefe taşı bulundu benzeri açıklama ve verilen simya hakkında bilgi makaleyi yazana ait sonraki bilgiler türk bilim adamlarının açıklaması. Bulunan şeye gelirsek simyayla pek bir alakası yok. Buna biyolojik mıknatıs desek daha doğru olacak bulunan peptit monekülleri suyun içindeki altın moneküllerini bir mıknanıs gibi çekiyor. Yani bir maddeyi altına dönüştürme, altın oluşturma gibi bir şey yok. Zaten var olan altını toplama var. Amaç denizlerde, Okyanuslarda, Akarsulardaki çok çok düşük yüzdelerdeki altın moneküllerini bu mıknatıslarla toplamak. Bilim adamları her şeyi evrime yormak zorunda olduğu için (!) Bunlarda o yorum üzerinden gitmeye çalışmış ve bazı komik cümleler kullanılmış. Okült açıdan bakarsak kabaca Çekim kanunundaki dişil ilkenin (peptit) eril ilkeyi (altın) çekmesi, eril ilkeninde dişil ilkeye doğru hareket etmesi var. Yanlız deney şu an için saf su altın (ikili) karışımında çalışıyor. Okyanuslarda altın haricinde bir çok monekül var. Bunun içinde peptitin geliştirilmesi gerek. Sonuçta bunu yanlız ABD ve israil kullanacaktır. Başkalarına koklatmazlar. kusura bakmayın ben yine bu konuda bilgisi olmayan kas kafalı biri gibi konuya giricem... Lütfen bana Platonun felsefe taşını aradığını ve simya ile uğraştığını gösteren bi kaynak sunabilirmisin... Sık sık seyahat eden platon mısırlılar tarafından hermetik felsefenin sırlarına inisiye edilmiştir. Ayrıca öğretilerinin büyük bir kısmını Pisagordan almıştır. ( Eski mısır simyanın beşiğidir inisiyelere öğretilenler arasındadır. Ayrıca pisagorda büyük inisiyelerdendir.) TÜM ÇAĞLARIN GİZLİ ÖĞRETİLERİ MANLY P. HALL Ayrıca Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir. Felsefe taşıyla alakalı değil zaten benim de üzerinde durduğum konu işin altın yapma kısmıydı. Sonuçta iksir olayın bir yüzü altın ise diğer yüzü. Yani aslında felsefe taşı da değil. Yapay olarak bir nevi doğadaki elementleri kullanarak ya da bileşenleri vs vs vs kullanarak kendimizin doğal sürece müdahale ederek nasıl altın yapabileceğimiz kısmı ile ilgileniyorum. Felsefe taşının o kadar özelliği varken senin gibi bilge birinin sadece fiziki altınla ilgilenmesi ilginç geldi Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Seraphim Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 16, 2012 Böyle bir malumatı sunduğunuz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim.. İyi çalışmalar Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
boynuzsuzgeyikler Yanıtlama zamanı: Mayıs 17, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 17, 2012 Felsefe taşının o kadar özelliği varken senin gibi bilge birinin sadece fiziki altınla ilgilenmesi ilginç geldi Ölümsüzlüğe inanmadığımdan kaynaklı Uzun yaşam konusunu dersen ise Alef kitabı ile ilgileniyorum. Yani bulunması ihtimali benim için felsefe taşı : %30 ise Alef kitabı : % 70 Yani ikisini kıyasladığımda bunlar farazi rakamlar şu an benim uydurduğum. O yüzden altın kısmı bana gelir sağlamalı ki ben kitabı araştırmak için yurt dışına çıkabileyim Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
blackodesssa Yanıtlama zamanı: Mayıs 19, 2012 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 19, 2012 çok uzun yav Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
joen Yanıtlama zamanı: Mayıs 17, 2013 Paylaş Yanıtlama zamanı: Mayıs 17, 2013 Felsefe taşını Simyacı da duydum ilk. Zamanında var olduğunu fakat şuanda tükendiğini düşünüyorum. O taş altına çeviriyorsa önceden altın yok olabilir. Altının varlığı belkide bu taşa bağlı. Alıntı Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Sohbete katıl
Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.