Jump to content

E&İ-Bölüm2-İnisiyasyon Adayının Macerası


hexagram

Önerilen Mesajlar

İnisiye Adayanın Macerası

 

**İnisiyasyon

 

Ezoterik bilimin esasi zaten inisiyasyondur. İnisiyasyonun şimdiye kadar doğru

bir tanimi yapilamamiştir. Hemen hemen her uygarlikta kendine özgü bir

inisiyasyon anlayişi vardi. İnisiyasyon, bir tür tarik'e giriş manasina gelir. Tarik,

"yol" demektir. Bir öğrenim yolu. Nefsini tanimada ve terbiyede, ayni zamanda

eşyayi tanimada, onun kökenini bilmede ve anlamada gereken bilgileri elde

edebilmek ve uygulamalari yapabilmek için bir yol ve bir gidiş tespiti lâzimdir.

İşte biz bunun, eskiden olduğu gibi, şimdi de birtakim tarikatlar araciliğiyla

yapildiğini görüyoruz.

 

BİLYAY Vakfi da inisiyatik bir vakiftir. Özel bir öğretim şekli yoksa da, çoğu

kez, ezoterik bilgiler verildiği için, bir tür inisiyasyondur ve bizdeki inisiyasyon

şekli belirli kaliplar ve kurallar içerisinde tekrar edilen bazi şartlari içermez.

Burada, fevkalâde geniş bir hürriyet ve serbestlik içerisinde Vakfa bağli olan

kişiler inisiyasyonu hem kendi şuurlarinda hem de kendi vicdanlarinda, kendi

kendilerine geçirirler. Hiçbir üstat onlari tutup, "Bunu şöyle yapacaksiniz, bu, şu

demektir, bunun sembolü budur, bundan şunu anlayacaksin..." demez. Bu tarzda

hiçbir öğretide bulunulmaz.

 

Doğrudan doğruya bilinenler, açik ve seçik olarak anlatilir. Bunun aksiyonu

doğrudan doğruya üye arkadaşa aittir. Görülüyor ki, modern inisiyatik

çalişmalarla, tarihsel inisiyatik çalişmalar arasinda birtakim uygulama

farkliliklari bulunmaktadir. Burada her ikisine de, yeri geldikçe değinmek

suretiyle "inisiyasyon"u anlatmaya çalişacağiz. Vakifta verilen eski

konferanslardan birinde Eski Misir İnisiyasyonlarindaki merasimler

anlatilmişti. Bir tanim yapmamiz gerekirse, "Ruhsal bir tesirin nakledilişinde

hazir olmak." diyebiliriz. Burada, spiritüel (ruhsal) bir tesir söz konusudur.

 

Bu tesirin nakledilmesi lâzim. Kişiden kişiye, toplumdan topluma bu tesir

nakledilecek. Zaten bütün inisiyatik çalişmalarin esasi, bu tesirin bir taraftan

alinip, bir tarafa naklinden ibarettir ve bu nakli kolaylaştiracak bütün

çalişmalar inisiyatik çalişmalardir. Bu hem objektif manasiyla çalişmadir, hem

de sübjektif manasiyla... İnisiyatik çalişmaya giren kimse önce kendinin en kaba

taraflarindan (içgüdülerinden) hareketle giderek en üstün şuur hâllerine kadar

geçerek "insan-i kâmil" dedikleri olgun ve tekâmül etmiş, belirli bir seviyeye

kadar çikmiş insan hâline gelir. İnisiyasyonun amaci budur. Bunun da meydana

gelmesi için muhakkak ruhsal bir etkinin bizden geçmiş ve başka yere gitmiş

olmasi lâzimdir. Bu çok önemli bir husustur. Ne vakit ki, bize gelen tesir, bizde

sakli kaliyor, inisiyatik bir terbiye almiyoruz demektir. Bu bir çeşit incelmiş

egoizma olabilir.

 

Spiritüel tesiri almak ve nakletmek için üstadin (gürü, şeyh) görevi büyük

kaynaktan aldiğini müride nakletmektir. Büyük tesir kaynağini müride

bağlamaktir. Mürit tek basma bu kontaği kuramaz. Aslinda böyle bir üstada

hayatimizin çeşitli devrelerinde muhtaciz. İlk üstadimiz da annemizdir. Doğa ile

olan ilk kontaği annemiz verir bize. Sonra baba, öğretmen ve bilinmeyen

üstatlarimiz hayatimiz boyunca bu işe devam ederler. Bu spiritüel tesire

inisiyasyonda "zincir" ismi de verilir. Bu, sonsuz sayida halkalardan meydana

gelmiş bir zincirdir.

 

Üstat, aşaği yukari zamanin başlangicina kadar götürülen bir başa, fiilen mevcut

bir irtibat sayesinde bağli kabul edilir. Üstat, bu şekilde çok eski, arkaik bir

kaynağin halkasidir. İnisiye olacak kişi de bu bağlanti halkalarindan birini alir

ve ona bir bağlanacak yer gösterilir. Bu da o büyük uzun zincirde bir yer işgal

eder. Dolayisiyla devamli olarak o spiritüel tesirin müritten geçmesi sağlanir.

Talep edene (talip) bu tesir bir kontak araciliğiyla verilir. İnsanlar şüphesiz ayni

zamanda da aksiyonla ilgili yaratiklardir. Hareketin, spiritüel tesiri birinden

diğerine geçirmek bakimindan büyük bir niteliği vardir. Bu yüzden merasimler

icra edilir: Vücut hareketleri, vücut hareketlerinde kullanilan sembollerin

şuurda bir tür çözümlenmesiyle meydana gelen psişik hareketler, astral

dalgalanmalar...

 

Mantal, fizik ve spiritik safhada olan her türlü hareketle bir nevi girdap meydana

getirilir ve kontak temin edilir. Zaten bu kontak temin edilemezse, o kişi

"inisiye" olarak kabul edilmez. Üstadin bir büyüklüğü de bunu anlamasidir.

Zaten üstadin, üstat oluşundaki hikmet budur. Müridin, yukarida anlatildiği

şekilde objektif ve sübjektif hareketi meydana getirip getiremediğini anlar.

Dişindan görünen hareketle bellidir. Yani inisiyasyonun adabina uygun hareket

edebilir. Hatta hareketinde de bir düzgünlük olabilir. Ama gerçekten psişik

olarak da gereken olgunluğa gelmiş midir? Şuuraltiyla üstün şuuru arasinda

kontakti temin edebilmiş midir? İç mücadelede kaba güçleri yenerek üstün

güçleri galip mi getirmiştir?

 

Bu önemlidir. Bütün bunlarin anlaşilmasi da üstada kalmaktadir. Burada

Muhiddin Arabi'nin sözünü hatirlamak yerinde olacaktir: "Mürşit seçmekte çok

dikkatli olunuz. Mürşidin bazi nitelikleri yoksa, o nitelikleri tamamlamak için, o

nitelikler kendinde bulunan başka bir mürşide gidiniz." der.

Birçok inisiyatik merasimlerde üstat çiraği öper. Aslinda insanlarin belirli

zamanlarda birbirlerini (kutlamak veya saygisini, sevgisini belirtmek üzere)

öpmesinin folklorik anlami budur. Alnindan öpmek, belirli şekilde iki

yanağindan öpmek, küçüğün büyüğünün elini öpmesi, tarzindaki hareketlerin en

eski hatiralari inisiyatik merasimlerde tesirlerin soluk vasitasiyla iletilmek

istenmesinin sembolüdür. Anadolu'da "ocak" tabir edilen birtakim küçük

spiritüel merkezler vardir. Ruhani merkezlerdir bunlar. "...Bana hocam (dedem,

ninem) elini verdi, ben de birçok kimseyi, onun söylediği şekilde tedavi

ediyorum..." der.

 

Burada anlatilmak istenilen şey, bir kimseden diğerine geçen spiritüel bir

tesirdir. Ocaklar'da spiritüel bir tesirin bir kimseden diğerine (lâyik olana)

geçirilmesinin bir örneğini görüyoruz. Onlarda belirli bir kültür, bilgi

olmayabilir. Hatta nefsaniyetleri de vardir ama, belirli bir aksiyonu gayet

sadakatle ve dürüstlükle yaparlar. Onun göreceği vazifede başka bir şey

istenmez. Bu kadar dürüstlük ve egoizma onun için yeterlidir.

İnisiyasyon Şartlari

Merasimi tamamlayan üstat bir birey olarak hareket etmez. O bir zincir

halkasidir. Kendini aşan bir tesirin, kuvvetin aktaricisi durumundadir. Demek ki

hem üstat hem de mürit bakimindan hiçbir şekilde bireylik meselesi ortaya

çikmamaktadir. İnisiyasyon için üç ana şart aranir:

 

1- Eksiksiz bir niteliğe sahip olacak mürit. Bulunduğu ortamdaki anlayişa

uygun olmak şartiyla eksiksiz nitelikleri olacak. Hiç değilse o tarikin, o

inisiyasyonun aradiği şartlari içermesi lâzimdir. Örneğin Ahiler'in 8 -10

kadar bu şekilde giriş şarti vardir ki, oldukça ilginçtir. Ve incelendiği

zaman, gerçekten "insan-i kâmil"i aradiklari bellidir. Mütekâmil insanin

niteliklerini istemektedirler.

 

2- Düzenli bir şekilde bilgileri ve tesirleri kabul etme yeteneğinde olacak.

Karakter ve yapi bakimindan birtakim mükemmel özellikleriniz olabilir.

Ama bunun yani sira düzenli bir şekilde alicilik da istenir. Yani bir tür iyi

nitelikte medyomluk ve psişik hassasiyet istiyorlar. Hiç değilse kendi

kendine revelasyonlari (derin sezgisi, vahyi) olan duyarli kişi araniyor.

Hem kendindeki hazineden, hem doğadan, hem de icap ettiği zaman

ruhsal dünyadan... Bunlari gerekli kilmaktalar, çünkü mürit ileride,

akmakta olan spiritüel tesiri başkalarina aktaracaktir. Bu tesiri

yansitacak, başka istikametlere yöneltebilecek yetenekte olmalidir.

 

3- Kişisel olarak, bir şeyi gerçekleştirmek yeteneğinin bulunmasi lâzimdir.

Kendi iç benliğini gerçekleştirdikten sonra, kişiliğinin de iyice gelişmiş

olmasi gerekir.

Görüldüğü gibi, artik inisiyasyon günümüzde, bazi inisiyatik topluluklarda

olduğu gibi, baştan savma merasimlerle yürüyen bir iş değildir. İnisiyasyona

girecek olan müritte gerçekten fiziksel, ahlaksal ve zihinsel nitelikler olmasi

gerekmektedir. Kişi ruhsal ahenk içerisinde olmalidir. Kompleksli insanlar (her

türlüsüyle) böyle bir İnisiyasyona giremezler. Kişi hislerine hâkim olmalidir.

Yani "his realitesi"ni atlatmiş olmalidir.

 

Bireyliği teşkil eden bütün unsurlarda bir denge bulunmalidir. Çünkü esasinda

inisiye kendi topluluğuna değil, kendi bireyliğine dayanir. Üstadina ya da

hocasina değil. Kendi kendisini ne derecede geliştirmişse, o derecede iyi bir

inisiyedir. Onun için bu çok önem verilen şartlardan biridir. Hastalik ve psişik

eksiklikler hiç kabul edilmez.

İnisiyasyona kabul edilmek için emredici dört şart vardir. Bunlarin arasinda her

tarikata mahsus özel şartlar da öne sürülebilir. En genel olanlari dört tanedir:

 

 

1- Beden Temizliği

Burada "temizlik", temizlik kelimesinden bildiğimiz olan, muntazam olarak

banyo yapmak kastedilmez. Beden temizliğini asil meydana getiren husus,

bedenin beslenmesinde meydana gelen temizliktir. Kirlian metotlariyla ortaya

çikan bedene ait tesirlerin doğru ve doğal beslenmeyle muntazam hâle

getirilmesidir. Alkol, esrar, afyon gibi zehirler, aşiri ve karişik yemekler ve aşiri

cinsel istek, doğal olmayan gidalar yasaktir. Yani bedeni en iyi şekilde muhafaza

etmek prensibi söz konusudur. Bildiğimiz ve hepimizin uyguladiği temizlikten

başka yukarida açiklamaya çaliştiğimiz anlamda bir temizliğin de bulunmasi

şart koşulmaktadir.

 

2- Duygusal Bir Asalet

Duygusal asalet, insanlara karşi gerçekten insanca duygular içinde kalmaktir.

Şefkatiyle, merhametiyle, onlarin haysiyetini kendi haysiyetiymiş gibi

korumakla vs. Duygu bakimindan bir kişiye karşi küçük menfaat hesaplari

içinde bulunmamak. Örneğin, bir kimseye bir samimiyet gösteriliyorsa, en ufak

bir çikar olmadan samimiyet göstermek. Bir kimseye açikça, onun faydasi için

kusuru yüzüne vuruluyorsa, en ufak bir hissi eziklik altinda kalinmaz. Büyük

üstatlar bunu yaparlardi.

 

3- Mantal Safhada Zihin Genişliği

Bu, bir inisiye adayi için pek çok şey ifade eder. Zekâ ister, aklin belirli biçimde

bazi kurallara bağli olarak çalişmasini ister, çok iyi müşahede kabiliyeti ister,

birbirine bağlanarak giden bir mantik kabiliyeti ister vs. Her şeyi belirli ve kaba

açilardan görmek değil, daha seyyal ve çok değişik açilardan görmenin

maharetini de ister. Bu zaten insanlara karşi "müsamahali olmak" bakimindan

da gereklidir. Her şeyin bir tekâmül içerisinde mevcut olduğunu, her şeyin bir

icabi bulunduğunu, tekâmül için her şeyin yapildiğini anlayabilmesi gerekir.

Bunu başarabilecek yetenekte olmasi gerekir.

 

4- Spiritüel Yükseklik

Burada ruh yüksekliği değişik anlamlar içeriyor ama, esas anlatilmak istenen

"olgun bir varlik" olmaktir.

Yeteneksiz insan inisiye edilmez. İşte bundan dolayi da halka uygun

inisiyasyonlar meydana getirilmiştir. Halk için özel sihirli kiliçlar, hayat sulari

vs. Bu şekilde halk da düşünülmüştür. Ama bütün bu sembollerin yüzeysel

anlamini bilebilirler. Örneğin, siradan sade bir vatandaş için "kiliç" sembolü

gerçekten "yedi başli canavar"! öldürmek için güzel bir silahtir. Ama inisiye

edilmiş bir yetenekli mürit, bu sembollerle anlatilmak istenen daha kapsamli

manayi bilir. Sade insan bir sembolü olduğu gibi bilir, inisiye daha başka bilir.

 

İşte gizli öğreti buradan ortaya çikmaktadir. Folklorik anlamda inisiyasyonla,

bilimsel anlamdaki inisiyasyon arasindaki fark bu şekilde ortaya çikmaktadir.

Esasinda Hint'te Gürü, Müslümanlarda Şeyh, Lâtinlerde Jeron, gerçek spiritüel

babalardir. Hz. İsa'nin babasi gibi... O, kendi inisiyatörüne "baba" derdi. O,

İsa'nin rabbi (mürebbii)dir ayni zamanda. Spiritüel tesirleri O'ndan alip

insanlara dağitirdi. Onun için inisiyasyondan geçmek ikinci bir doğuş anlamina

gelir. İkinci doğuş belirli ham insanin ölümüyle başlar. Burada ölürsünüz,

burada doğarsiniz.

 

Örneğin, şimdiki modern inisiyasyonlarda (Roz Kruva, Tampliye, Fran

Masonlar'da) bunun sembolik çalişmalari yapilir. Bunun için bir tabut kullanilir.

İnisiye tabuta yatirilir. İnisiyatör gelir, ona birtakim şeyler söyler, gözlerini

kapatir. Orada yarim saat kalir. Eski Misir'da bir gün tabutun içinde kalinirdi.

Fakat Misir'daki inisiyasyonda (zaten yetenekli olan) müride astral seyahat

yaptirilirdi. Bu devrede rahibin rehberliği altinda mürit daha diriyken bizzat

ölümü tadar. Bunun deneyini yapar. Bu, doğrudan doğruya ruh ve beden

ilişkisinin gevşetilmesi dolayisiyla psişik varliğin astrale geçirilmesi suretiyle

oranin varliklariyla irtibat kurulmasidir.

 

Bir dizi astral seyahatlerde mürit hayatinda o zamana kadar görmediği şeyleri

görür. Tekrar tabuttaki bedeniyle irtibatini kuvvetlendirir ve gözlerini açtiği

zaman âdeta artik o bambaşka bir insandir. Büyük bir merasimle tabuttan

çikarilir. Ve kendisine, "artik sen dirildin," denir. Burada kendisine yardim eden

inisiyatör onun "babasidir." Biyolojik babasi değil, spiritüel babasidir.

 

**Ezoterizmde Merkez ve Kalp Nedir?

 

Bütün spiritüel etkilerin geldiği kaynağa merkez denir. Tesirler zinciri bu

merkezden insanlara doğru uzanip gelir. Hatta derler ki, spiritüel bir coğrafya

vardir. Bu ruhsal coğrafyanin tepeleri, dağlari, ovalari da vardir. Elbette bu,

görünenin ötesinde, anlaşilan, hissedilen, fakat sonradan birçok noktalarda

objektifleşmiş hâldedir. Coğrafya olarak bazi öyle yerler vardir ki, yukarida

belirtilen spiritüel tesirleri taşimak bakimindan diğerlerine nazaran daha

yeteneklidir.

 

Kutsal coğrafya hemen hemen mabetlerin kurulma yerlerini tayin etmiş bir

coğrafyadir. Fakat burada söz konusu mabet önemli mabetlerdendir. Bunlar çok

ilginç, çok değişik mabetlerdir ve yeryüzünde çok az vardir. Eskinin Delf Mabedi

bu merkezlerden biridir (Yunanistan'da Trakya bölgesinde). Meşhur Örfe ve

Fisagor'un insanlari yetiştirdikleri büyük mabet Delf büyük bir merkezdi ve

oradan dünyanin hemen hemen her tarafina spiritüel etki yayilirdi. Böyle

merkezleri daha önceleri Misir'da da görüyoruz.

 

Onlar daha etkili inisiyasyonlar veriyorlardi. Bizim çağimiza ait inisiyasyonlar

Delf'le başlar. Daha sonralari Dünya'da büyük merkez görevini Kudüs, üzerine

almiştir. Kudüs gerçekten pek çok dinin ortaya çikişinda spiritüel tesirlerin

birikim yeri olarak çalişiyordu. Hatta Hz. Muhammed için de bir rezervuar

vazifesi görmüştür. Ayni şekilde bu Kutsal Coğrafya'da Mekke, Roma, Yukatan

bölgesindeki bazi yerler, Peru, Tibet'in (Himalaya'larin) güneyine bakan

eteklerinde birçok yerler hâlâ vardir ve vazifelerini görmektedirler. Orta

Fransa'da büyük katedrallerin vaktiyle bu görevi yürüttükleri bilinmektedir.

Çünkü onlarin yapilişinda bile inisiyatik bilgiler kullanilmiştir. O devrin bilinen

matematik ve geometrisiyle böyle eserleri inşa etmeye imkân yoktu.

 

Bu merkezlere bağlilik, oralara yönelmek, hac etmekle sembolize edilmiştir.

Mürit için merkez önce şeyhidir. Hatta ilk çalişmalarda üstat müride kendi

simasini yansitir. Kendi suretini vererek, "Beni düşüneceksin." der. Mürit, bu

şekilde kendini şeyhine teslim eder. Bu merkez sonralari (mürit geliştikçe) yavaş

yavaş gelişir. Nihayet bu semboller de ortadan kalktiktan sonra, doğrudan

doğruya Tanri'ya bağlanilir. En büyük merkez, Tanri'ya teveccüh edilir. Bu

seviyeye geldikten sonrasi için Muhiddin Arabi şunlari söyler: "Arif için din

yoktur."

 

Burada "Ariften maksat, kendi kişiliği üzerine tamamen oturmuş bir inisiyedir.

Bu duruma gelen bir bireyin hiçbir şeriatle alâkasi yoktur. O fert artik şeriatin

üzerine çikmiştir. Şeriat, henüz daha oraya ulaşamamişlar içindir. Gelişmemiş,

şartlara bağli olarak yürümek zorunda olanlar içindir. Alt benliği ile üst benliği

arasindaki irtibati kuramamiş olanlar için şeriat gereklidir. Üstün şuuruyla

hareket etmeye başladiği zaman bireye, onu sürçmekten, sapkinliktan koruyan

şeriate ne gerek var? Sürçmez çünkü bilgisi vardir. Gelişmiştir. Şeriat, insani

belirli bir yol içerisinde takilmadan, saplanmadan, oyalanmadan, sağa sola

yalpalamadan, mümkün olduğu kadar belirli bir hizla belirli bir hedefe götürmek

için vasitadir. Trafik kurallari gibi. Ama artik siz uçakla gidiyorsaniz, karadaki

trafiğin sizinle ne ilgisi var?

 

Onu karadakiler kullansin. Siz artik havadaki trafiğe bağlisiniz. Hint'te bir Meru

Daği vardir. Hz. Musa'nin Sina Daği vardir. Hz. Muhammed'in bir Hira Daği

vardir. Hz. İsa'nin bir Zeytinlik Daği vardir. Bunlar hep ilk kurbanlarin, ilk

spiritüel temaslarin yapildiği yerlerdir. Bunlar Kutsal Coğrafya'da belirli

noktalardir. Kimbilir daha bilmediğimiz ne mihrak noktalari var... Delf te ayni şekilde Onfalos Daği vardir. Orada rahibeler büyük kehanetlerde bulunurlardi. Onlar gerçekten büyük bir kütleyi yöneten kâhinelerdi; önceleri açikta bulunan mabetler,

sonralari yapma mağaralara çekildi. Şüphesiz, bu dolayli irtibat hâli giderek

geleneğin kararmasina sebep oldu. Önceleri inisiyatör, inisiye ve inisiyasyon

ortadayken, sonradan bu faaliyetler kapali hâle gelmiştir. Doğal ya da yapma

mağaralara çekildiler. Bu sefer bilgi dişariya dolayli şekilde yansimaya başladi.

 

Açikça, görerek alinmiyor bilgi; örneğin mağaranin kapisinda bekleyen adamdan

aliniyor. Bir, iki veya üçüncü kuşaktan geldiği için bilgi gitgide kapaniyor.

Nihayet, daha sonralari efsaneleşmeler ortaya çikiyor. İçeride neler olduğundan

hiç kimsenin haberi yok; dişarida bir söylentidir gidiyor. Gizli öğreticilik bu

şekilde, kelimenin tam anlamiyla, zaman geçtikçe daha da gizlileşmiştir. Aslinda

eskiden gizli değildi. İnsanlarin hamliği, egoizmasi giderek arttiğindan,

geleneğin de giderek kararmasina sebep olmuştur. İnisiyasyon yerleri, sir

mahalleri hâline gelmiştir.

 

İlk geleneklerde çok geçen "Kutsal Topraklar", "Ulvi Topraklar", "Paradesa",

"Bahçe", "Mabet", "Saray", "Kutup" kelimesi kullanilir ki, aslinda Brahmanik

uygulamalardan bize geçmiştir. Ayrica inisiyasyon merkezlerine "Saf Topraklar",

"Ölümsüz Topraklar", "Dirilerin Topraği", "Güneşin Topraği" denildiğini

biliyoruz.

 

Yukaridan gelen tesirin işiğini yansitan bu ayricalikli (rüçhanli) yerlerde

zitliklar hallolur, insanlar birleşirler. Biz bugün bu yerlerin nereleri olduğunu

bilmiyoruz. Çünkü bizler hâlâ "Demir Çaği"nin insanlari olduğumuz için, sert ve

hirçin bir tekâmül seyri içindeyiz. Bize yumuşaklik, incelik gerekmez, yaramaz.

Bu devrenin atlatilmasindan sonra bu kutsal yerlerin yeniden bulunacağina

inaniyoruz. Eski Çin'de buna "Değişmez Muhit", İslâmda "İlâhi Durak" denir.

Buralar yukarida belirtildiği gibi zitliklarin ortadan kalktiği yerlerdir. Hakikatin

realitesi çoktur, fakat hakikatin kendisi birdir. Görünüşü çoktur, ama bilinçli

olarak toplandiği zaman bir tane çikar ortaya. Bunlarin ortaya çiktiği yerlerdir

İlâhi Duraklar. Kabala (Yahudi Okültizmi)'da böyle yerler için "Saray" tabiri

kullanilir.

 

**İnisiyasyonda Büyük ve Küçük Sirlar

 

İnisiyasyon safhalari bir mertebeler silsilesidir. Tam bir inisiyasyonda üç büyük

safha vardir: Müride önce küçük sirlar, sonra büyük sirlar ve nihayet gerçek

sirlar gösterilir. Küçük sirlara ermiş kişilere Eski Misir'da "Mist" ismi verilirdi.

(Mister de oradan gelmektedir.) Küçük sirlar, Mist'lere kozmolojiyi yöneten ve ilk

hâli kuran oluş kanunlarini göstermeyi konu edinmiştir. Bu ayni zamanda büyük

sirlar için bir hazirlik devresi olmaktadir. Bazen buna yolculuk ya da imtihanlar

da denilen saflaşma merasimleri de eklenir. Mist bu bilgileri alirken, bir taraftan

da kendini saflaştirmaya çalişirdi. Bu saflaşmadan maksat hem bedensel hem de

ruhsal saflaşmadir. Ateş, su, şehvet, yemek, imtihanlari vs. gibi... Eski Misir'dan

buna bir örnek verelim:

 

Sfenks heykelini gözünüzün önüne getiriniz. Onun giriş kapisi ayaklarinin

altindaydi. İnisiye olmak isteyen biri bu kapidan müracaat ederdi. İçerideki

öğretimin zorluğu daha kapidayken karşilayici tarafindan kendisine bildirilir ve

içeri alinirdi. Ve belirli bir aşamadan sonra da başarilsin, başarilmasin geri

dönüşün mümkün olmadiği açiklanirdi. Mürit adayi bunlara rağmen içeride

kalip inisiye olmayi isterse, birtakim koridorlardan geçirilerek içerilere doğru

götürülürdü. Bu karanlik koridorlardan mürit adayi, elinde işikla 5-6 metre

önünden giden görevliyi takip ederdi. Bu sembolik bir manzaradir aslinda...

Aday, önce başkasinin işiğiyla aydinlanan yolda yürümektedir. Işik daha kendi

elinde değildir. Kapidan içeri girdiği andan itibaren, her iş, artik daha anlamlidir

ve mürit adayinin bütün bunlari kavramasi lâzimdir. İleride bu hareketler

kendisine sorulacaktir. Bir kapidan geçtikten sonra kendisine özel giysiler

verilir, eşyalari alinir ve orada kalmasi, beklemesi söylenir.

 

Aradan iki gün üç gün geçer, kimse yanina uğramadiği gibi doğru dürüst yiyecek

bir şey de bulamaz. Beklemenin dördüncü günü kapisi çalinir, alinip bir başka

görevlinin yanina götürülür. Burada kendisi, ailesi, yaşadiği yerler hakkinda

sorular sorulur. Ve daha sonra verdiği cevaplar dişaridan soruşturulur. Aslinda

mürit adayi, oraya adimini attiği ilk günden beri, gizli olarak gözetim altinda

bulundurulur. Bu sorgulama da bittikten sonra kendisine birtakim

imtihanlardan geçirileceği, istediği takdirde buradan da dönmesinin mümkün

olduğu, fakat imtihanlardan sonra basarsa da başarmasa da buradan bir daha

çikamayacaği tekrar kendisine söylenir. Bunlar aslinda yürek/iman ve cesaret

denemeleridir.

 

Bundan sonra mürit adayi (eğer içeride kalmayi kabul ediyorsa) çeşitli

imtihanlara tâbi tutulur. Örneğin, eline bir mum verilir ve karşida mihrapta

yanan başka bir mumla yakmasi istenir. Gideceği yer aslinda 50-60 metrelik bir

mesafedir. Oraya kadar gitmesi için etrafinda boylu boyunca ateşlerin yanmakta

olduğu incecik bir yoldan geçmesi gerekir. Fakat o kadar dar ve ince hesapli geçiş

yerleri var ki, kafasini çaliştirabilirse, buralardan yolunu sürdürebilir. Bütün

cesaretini ve aklini kullanmak zorundadir. Bunu başarabildiği sürece amaca

ulaşacak, yoksa her an yanma tehlikesiyle karşi karşiya bulunacaktir.

Diyelim ki mürit adayimiz bu ateş imtihaninda başarili olmuş olsun. Belirli bir

süre dinlenme ve gerekirse tedavisi yapildiktan sonra başka bir imtihana alinir.

Örneğin, 40 sütunlu oda... Burada üzerleri işlemeli 40 sütun ve duvarlarda çeşitli

hiyeroglif yazilar ve resimler vardir. Bunlarin her birinin ne anlama geldiğini

düşünmesi ve sonradan anlatmasi istenir. Yine hatirlatalim ki, aday gerek

imtihanlarda gerek istirahat anlarinda devamli olarak gözetim altinda tutulur.

İmtihanlarin ardi arkasi kesilmez. Su imtihani, vahşi hayvanlarla imtihan, vs.

 

Her imtihani başardikça mürit adayi o uzun yeralti koridorunda ilerlemektedir.

Ve bir yerde, arkasindaki bütün kapilarin artik kapandiği, geri dönmesinin olanaksiz

olduğu, başaramadiği takdirde ömrünün sonuna kadar hademe olarak o

mabedde kalacaği, başarirsa, yetenekleri ve liyakatine göre yükseleceği

kendisine tekrar hatirlatilir. Bu şekilde örneğin, 20 kişi müracaat ediyorsa,

sonunda ya bir kişi kaliyor ya da iki... en sonunda bütün imtihanlari, zaman

zaman (tam ümidini yitirdiği anlarda) yardim alarak da başaran mürit adayi

tebrik ve takdis edilerek alnindan öpülür.

 

Özel kokular sürülür. İşte o andan itibaren o artik siradan bir kişi değildir.

Kendine has bir odasi, kendisini eğitecek hocalari vardir ve derslere, asil

inisiyasyona küçük sirlardan başlanarak geçilir. Aslinda yolculuk ve imtihanlar

"Küçük Sirlar" döneminde geçen bölümlerdir. "Büyük Sirlar"a daha sonra gelinir.

Sonra "saflaşma" törenleri yapilir. Bütün bunlardan amaç müridi bir "çocuk

kadar saflaştirmaktir".

 

Böylece bir mistik saflaşmaya kavuşabilecektir. Aslinda bu, bildiğimiz çocuk

kadar saf hâlde olmak, demek değil. Fevkalâde bir temizlik hâli ifade edilmek

isteniyor. O kişide herhangi bir ahenksizlik hüküm sürüyorsa, gelen ruhsal tesiri

nakletmek mümkün olamayacaktir. Tesiri polarize edecek hiçbir ahenksizliğe

sahip olmamalidir mist. Tam anlamiyla nefse hâkimiyet ve nefis mücadelesi

geçirmek gerekir. Modern psikolojinin deyimiyle, şuuraltiyla diş şuuru dengede

tutmak demektir. Şuuralti problemlerini halletmiş olmak gerekir. Bu saflaşma,

"kabuk"un kirilmasi demektir. Çünkü o kabuk, içinde özü muhafaza etmektedir.

Öz, kendini ancak, "kabuk"un kirilmasindan sonra tezahür ettirebilecektir.

Kabuk, geçmiş ruh hâllerinin psişik tortusudur. Bu psişik tortu atilinca "kabuk

kirilmiş" olur.

 

**Büyük Sirlar

 

Büyük Sirlar aşamasinda, gerçek spiritüel gayeler, şekilsel olmayan şartli veya

şartsiz üstün hâllerin gerçekleştirilmesidir. Bu dünyadan kurtuluncaya veya

prensiple birleşinceye kadar (Nirvana), gerçek spiritüel dersler öğretilir.

Uygulamalari yaptirilir. Bu aşamada şekli hiçbir şey yoktur ortada. Gerçek

spiritüel amaçlar oluşuncaya kadar yapilan bir çalişma büyük sirlarin esasini

teşkil eder. Büyük sirlara bunlar tahsis edilmiştir. Bu amaca gelenekler çeşitli

isimler verirler. "Muhteşem Işik", "Üstün Hüviyet" vs. Bunlar büyük sirlarin

ikinci safhasidir. Bu safhadan itibaren mürit beşeri özelliğinden çikarak "Aşkin

İnsan" hüviyetini kazanir. Evrene dahil olan insan artik aşkin insan hâlini

almiştir.

 

Aşkin (müteal) insan, bütün varlik tezahürünü ayni ilke ile hüviyetlendirebilen

kimse demektir. Örneğin, bunun için, "Her şey Tanri'nin bir yansimasindan

ibarettir." ifadesi kullanilir. Bu, Eflâtun'da da böyledir. Çünkü Eflâtun Elözis

inisiyasyonunu meydana getirmiş büyük bir filozoftur.

 

Ezoterik çalişmalar aslinda inisiyasyona yönelik çalişmalar demektir. Bu

çalişmalar insanlari bazi hakikatlerle karşilaştirmak, kendisini tanitmak

amaciyla yapilan çalişmalardir. İnsanin hakikati keşfetmesi için önce kendini

keşfetmesi gerekir. İnisiyasyonun bütün amaci insanin kendi kendine sahip

olmasidir. Kaybetmiş olduğu kendini, şuurlu olarak, bu dünyada tekrar

yakalayabilmesidir: Benliğin tekrar şuurlu olarak ele geçirilmesi... Kuşkusuz

bunun için birçok yollar var. Ama herhalde inisiyatik çalişmalar içerisinde

mürşidin (ruhsal öğretmen, inisiyatör) ve talebenin vazgeçmeyecekleri tek bir

büyük hâl vardir. Bu da, yüksek ruhsal enerjiyle temasa geçmektir.

Gerek diş gerekse iç hakikati ararken muhakkak ki değişik bir enerjiye ihtiyaç

hissediliyor. Bu ne fiziksel bir enerji ne de bedene bağli olarak şuuraltiyla

birlikte çalişan psişik bir enerjidir. Tamamen bunlarin dişinda spiritüel bir

enerjidir. Bu enerjiye hem öğretenin, hem de öğrenenin kesinlikle ihtiyaci vardir.

Her insanda bulunan, özellikle yetenekli insanlarda bulunan kiymetler ele

geçebilir ve bunlara ek olarak ilham, vahiy ve tebligat yoluyla da insan yüksek

ruh haletini yaşayabilir.

 

Önce kendi içsel kiymetlerini ele geçirmesi gerekir. Vahiy tarzinda görünen, içte

ilham olarak tezahür eder. Yani her insanin ilhami kendisinin vahyidir. Bu,

dişarilaştiği zaman ona vahiy ismini veriyoruz. Vahiy sözcüğü nedense, sadece

peygambere gelen tebligat için kullanilmiştir. Hz. Muhammed'in vahiy almadiği

zamanlarda da Arabistan'da "vahiy" sözcüğü kullanilirdi. Putperestlik devrinde,

hatta ondan önceki zamanlarda da bu kelime vardi. Vahiy mekanizmasi çok çok

önceden meydana gelmiş bir mekanizmadir. Kimsenin haberi olmaz, kendinizin

içinde kalirsa, ayni şey, sizin kişisel ilhamlariniz olarak kalir. Ayni şey, spiritüel

çalişmalarda "Ruhsal Tebligat" olarak geçer. Bu da, ilhamin (ya da dişsal olarak

vahyin) yaziyla, sözle, grafikle, müzikle vs. ifadeleşmesidir.

 

Zaten inisiyasyon hareketlerinin son kisimlarina doğru, inisiyede ruhsal halet

farklari oluşmaya başlar. Bunu, inisiyatör anlar. Özellikle talebe artik usta olma

devresine geçtiği zaman, bir tür özel hücrede kendi kendine, kendisine verilmiş

olan aliştirmalari uygular. Bunlarin içerisinde çoğunlukla astral seyahat,

durugörü vardir. Fakat üstadin beklemekte olduğu en önemli nokta şakirdin

(öğrenci, çirak) bir gerçek ilhama sahip olup olmamasidir. Çünkü şakirdin şuur

ve şuuralti devamli olarak kontrol altindadir. Ve gerçekten sağlam bir ilham

gerçekleştiği zaman, üst plânlarla bir kontak temin ettiği anda, öğrencide bir

değişiklik meydana gelir ve bu değişiklik üstat tarafindan derhal fark edilir. O

artik kendi şahsiyetini bulmuş kendi kişiliğini geliştirmiş, kendi ayaklari

üzerinde yürüyebilecek bir varliktir.

 

Bundan sonra üstadin yapacak bir şeyi kalmamiştir. İnisiyatörlük, semavi (ilâhi,

göksel) inisiyatöre aktarilmiştir. Aslinda inisiyatör, iki sonsuz arasinda devam

etmekte olan uzun zincirin halkalarindan biridir. Öğrenci de artik bir halka

olmuştur. O da o büyük zincire girmiştir. Sonsuz spiritüel tesir, ondan da

geçmeye başlar. Bu tesiri başkalarina aktaracak hâle gelmiştir.

 

**İnisiyatik Yolda Neler Kullanilir?

 

Gerek doğuda gerek batida, her mistik çalişmanin başi iki esasli yoga temeline

dayanir. Biri nefes, diğeri oruç Buradaki oruç, genellikle, bildiğimiz aç

kalmaktan ibaret olan bir oruç değildir. Aç kalmak orucun en kaba tarafidir.

Aslinda inisiyatik çalişmalarda orucun çok büyük ve değişik şekilleri vardir.

Sadece bedeni oruç değil, manevi oruç da tutmak gereklidir. Bunun için bedeni,

duygusal hazlardan ve kötü düşüncelerden sakinmak gerekir. Bunu yapabilmek

için de bir edep ve erkân silsilesinden geçmek gerekir.

 

Bunlardan başka inisiyatik süreç olarak daha önce söz ettiğimiz, çeşitli

imtihanlardan (su, ateş, vahşi hayvanlar, astral denemeler gibi) geçilir. Nihayet

bize ORFE'nin belagatla ifade ettiği meşhur cehenneme iniş meselesine gelinir.

Bu noktaya doğu ezoterizminden çok bati ezoterizminin ilgi duyduğunu

görüyoruz. Aslinda Dante de bir inisiyasyondan geçmiş olmasina rağmen bazi

yerlerde bağnazlik yapmiştir. Fakat onun İlâhi Komedya'sinin "Cehennem"

bölümü inisiyatik inişi anlatir. Oradaki olaylarin hepsi semboliktir. Goethe'nin

meşhur "Yeşil Ejderi" de böyledir.

 

Bunu şöyle açiklayabiliriz: İnsanin büyük enkarnasyon silsilesi içerisinde birçok

hayatlardan beri getirmiş olduğu bir tortu vardir. Bir tür atilmasi gereken,

cevhere ağirlik oluşturan bir tortudur bu. Bu tortu her insanda mevcuttur. İşte,

bu tortunun içeriğine nüfuz etmek, derinlerine inmek gerekir, arinmak için.

Varliğin astral bedeninde birikmiş olan bu tortunun içeriği nedir? Bunu anlamak

çok zordur. Ve gerçekten bir cehennem azabidir. Bu öyle bir hesaptir ki, en ilkel

çağlardan beri getirmiş olduğunuz tortunun analizini yapmak gibidir. Ve bu

analizi şuurlu olarak yapiyorsunuz.

 

Siz, sizi şuurlu olarak tortu bakimindan analiz ediyorsunuz. Bu tortunun çoğu

geçmiş hayatlardan geldiği için unutulmuştur; artik birey için rahatsiz edici bir

yani kalmamiştir. Hesabi görülmüş sayilir, fakat değil. Sadece, karmik bir karşit

verilmek suretiyle doğulmuştur. Bu tortunun bulunmuş olmasina rağmen her

defasinda bir kapinin açilmasi (yeniden doğuş, tekrar bedenlenme) birey için

büyük rahmettir. İşte bu tortularla karşilaşmak, çok önemli ve çok zor ve insani

can evinden vuran bir konudur. Bir inisiye böyle bir tecrübeyle de karşilaşmak ve

başarili çikmak zorundadir. Tabii ki, birçok gelişmeden sonra...

Bütün bu çalişmalarin sonucu inisiye, bir çocuk kadar saflaşmak zorundadir.

Bunun olabilmesi için yukarida söz ettiğimiz o ağir tortunun ortadan kalkmasi

gereklidir. Bu da birtakim kişisel tatbikatlarla sağlanabiliyor. Ezoterizmde

"Birinci Doğum", inisiyatörün inisiyeyi spiritüel tesire bağlayişiydi. İnisiye eski

fizik (kaba) plânda ölüyor, ayni zamanda manevi bir plânda doğuyor. İkinci

doğum olarak kabul edilen, bir tür "metamorfoz"dur. Ölmek ve doğmak, ayni bir

değişimin iki evresini oluşturur. Ancak bu ikisi oluştuğu anda bir değişim

meydana gelmiştir.

 

Ölmekte olanla, doğmakta olanin biri, bir değişimi tamamlamiş, diğeri ise bir

değişime adimini atmiştir. Arada bundan başka bir fark yoktur. İkinci doğuş

psişik yenileşmedir. Bu, inisiyatik gelişimin ilk evrelerinde çok etkili bir

durumdur. Psişik düzenden spiritüel düzene geçişte bu yenileşmeler görülür. Bu

da "Büyük Sirlar" verildiği zamanda ortaya çikiyor. Daha doğrusu psişik

yenileşme meydana geldikten sonra büyük sirlar ismi altindaki inisiyatik

bilgilere geçiliyor. Yani görüldüğü gibi, hiçbir şey müridin kaderine, kismetine

kalmiş değildir. Müridin birtakim esasli belirtileri ortaya koymasi gerekir.

Müridin mürşitten herhangi bir gelişimi gizlemesi hâlinde üstat, genellikle, bir

dereceye kadar gereken hoşgörüyü gösterir.

 

Ona yol göstermeye çalişacaktir. İbret verici hikâyelerle problemini gidermeye,

uyarmaya çalişacaktir. Bir hikâyeyle inisiyeye zaman zaman edep vermeye

çalişacaktir. Bu şekilde mürit kendisinin mürşidi tarafindan devamli olarak

kontrol edildiğini anlar. Bir mürit bu şekilde devamli gözetim, kontrol ve eğitim

altinda gerçek özgürlüğe sonunda kavuşur. Kendisine tam serbestiyet verilir.

Sonralari (gerek bati gerek doğuda) bu gözetim bir tür tasalluta (zorla etki altina

alma) dönüştü. Yani bu çalişmalar sonunda kazanilan güçler bir hükmetme araci

olarak kullanilmaya başlandi. Daha sonra da zaten bu kurum dejenere olmuştur.

Bu yozlaşma doğrudan doğruya majisyenliğe döner. Kara hocalik, kara papazlik

vs. Gerçek inisiyatik bilgi, spiritüel bilgi ortadan kalkar.

 

Psişik düzenden spiritüel düzene geçişte, yukarida belirttiğimiz gibi büyük sirlar

verilir. Üçüncü doğuş, evren dişina taşan bir özgürlüktür. Bu, Elözis sirlarinda,

"İlâhilikle Birleşme" şeklinde ifade bulmuştur. Sufizmde "Fen'a fillah" (Tanri'da

yok olmak) olarak adlandirilmiştir. Eflâtun ise bunu "Mağaradan dişari çikiş"

olarak anlatmaya çalişmiştir. Bu ilâhilikle birleşmenin meyvesi, gök ve yerin

"oğullari" denen bir gruba dahil olmaktir. Artik evrende ve evrenle kendi

arasindaki olaylar arasinda olan büyük irtibati görmüş durumdadir. Bütün

sebep ve sonuç zincirlerini, arada bütün melekûtun (sembolik) kanat seslerini

fark eder fakat hiçbir şey yapamadan büyük bir şaşkinlik ve hayranlik içinde

bunlari temaşa eder (kontamplasyon).

 

Bunlarin içinde yaşayamaz ama temaşa eder. Bu durumlarin yaşantisi sayili

kimselere nasip olmaktadir. Fakat geri kalan büyük kitlenin gelişimi hiçbir

zaman düşünülmemiş midir? Bunlar halka nasil anlatilmali? Onun da bir

metodu bulunmuştur. Ve çok evrensel bir yöntem olan "sembolizm" burada da

uygulanmiştir. Çünkü evrenin en geçerli öğretim metotlarindan biridir bu.

Kutsal kitaplarda, edebiyatta, şiirde, felsefede bol bol sembollerle karşilaşiriz.

Bunlar bazen kelime hâlinde, bazen şekil halindedir. Aslinda, biraz daha mistik

düşünmek gerekirse, evren bir şeyin sembolüdür. Neyin sembolü olduğunu tam

olarak bilmiyoruz. Belki yaradilişin sembolü... Çünkü yaradiliş hakkinda kesin

bilgimiz yok. Dünyamiz da şu haliyle bir şeyi sembolize etmektedir. Bunun

çözümlenmesi için herhalde çok geniş bir şuura gereksinim vardir.

 

Halk tipi inisiyasyonda sembolizm doğrudan doğruya anlaşilmaz olmaktan

çikariliyor, hikâyeleştiriliyor. Halk masallari, efsaneler, mitolojilerin hepsi,

esasinda kök olarak bütün bir ezoterik inisiyasyonun evrelerini anlatmaktadir.

İnisiyasyona (özellikle Hint'te) alinamayanlar; çocuklar, kadinlar, yabancilar,

sinif dişinda kalanlardir. Bunlar da kendi geleneklerini belirli noktalardan

öğrenmeye çalişirlar, yani tamamen bir yasaklama yoktur. Sözlü olarak

nakledilen kutsal doktrinler, iki formda asirlar boyu sürüp gelmiştir.

 

Birincisi rahipler tarafindan muhafaza edilen ruhani şekil; ikincisi de günümüze

kadar ağizdan ağiza gelen popüler şekil: Masallar, mitoslar vs. Her millette bu

mitoslarin kendine göre aktarilmiş bir hâli mevcuttur. Her millete ayni

temalarin versiyonu mevcuttur. Yer ve insan isimleri değişmiş olabilir, ama

anlatilmak istenen şey aynidir. Buna benzer bir durum şamanizmde de

bulunmaktadir. Şamanik inançlarin çoğu bugün Anadolu'da yaşamaktadir.

Birçok örf ve âdet şamanik öğeleri taşirlar. Masallarin çoğu şamanik

inisiyasyona bağlidir. Şamanizm aslinda bir tür büyücülük, sihirbazlik vs.

değildir.

 

Şamanizmin kökü Atlantis'e kadar gitmektedir. Asil büyük şamanlar

Atlantlilardi. Şamanizm, Atlantis sanatinin çöküş devrindeki uygulamalarindan

ibarettir. Genellikle şamanlar olaylarin nedenini bilmezler fakat metodu bilirler

ve başarili olurlar. Dünyanin her yerinde şamanlar vardir ve etkileri hâlâ

sürmektedir. Özellikle Ari irka mensup şamanlar ilginçtir. Hindistan'daki yoga

metotlarinin çoğu samanliktan geçmiştir.

Yukarida sözünü ettiğimiz her millette ayni mitos temalarinin işlenmiş olmasi

Jung'un "kolektif şuuralti" kavrami ile açiklanamaz. Nakiller söz konusudur.

İnsandan insana olduğu gibi, toplumdan topluma da olabilmiştir. Dolayisiyla

Hindistan'daki bir mitos elbette Yunanistan'da da olabilir, Yucatan'da da

olabilir. Bunlar aşaği yukari "atalardan kalma hatiralar" şeklindedir.

Hatta bunlar bir yerde üstün hatiralar olarak da nitelendirilir.

 

Her gelenekte falanca yerde kaybolmuş ya da gizlenmiş şeylere kinayeler vardir.

Örneğin, Hindularin "Soma"si, Eski Terslerde "Homa", Anadolu'da "Huma",

Fransa'da "Foniks" gibi...(Zümrütüanka kuşu da denir.)

 

Yahudiler özel telâffuz şekilleri bulunan bazi sihirleri, sesleri ararlar. Bu sesleri

belirli şekilde telâffuz ettiklerinde istediklerini yapabileceklerine inanirlar. Bu

gelenek İslâmda da vardir. "Kur'an'in etkili olabilmesi için çok dikkatli telâffuz

edilerek okunmalidir" hükmü tarzinda kendisini gösterir. Dikkatli bir şekilde

okunmayan Kur'an, dinleyenler üzerinde herhangi bir tesir oluşturmaz, denir.

Yani her kelimenin, her hecelemenin bir titreşim skalasi bulunmaktadir. OM

hecesinin telâffuzu gibi... İşaya Peygamber'de bir gizli ilâhin aranmasi vardir.

Onu arar durur, bulmaya çalişir. Bazen "Kutsal Bir Kâse" aranir. Alâaddin'in

Sihirli Lâmbasi da bunun başka bir şeklidir. Bunlarin ele geçirilişinin ardindan

bazi güçlerin elde edileceğine inanilir. Genellikle bu güçler bencil amaçlarda

kullanilir. Zaten halkin gerçek bir inisiyasyona alinmamasinin da nedeni

buradan çikmaktadir: Böyle bir inisiyasyonu kaldiracak, elde ettiği sonuçlari,

ruhsal yetenekleri yüksek amaçlarda kullanacak ruh olgunluğunda ve liyakatte

değildirler.

 

Bundan başka bir de "Kayip Cennet" meselesi vardir. Kayip bir ülkenin

aranmasi... Kaybolmuş bir sevgilinin peşine düşülür. Aslinda bunlar yukaridan

beri söylediğimiz gibi birer sembolden ibarettir. Bunlar hep inisiyatik bilgilerin

halk masallarindaki yansimalaridir. Fethedilecek ilk ülke insanin kendisidir.

Kahramanlarin en başarilisi çoğunlukla en küçükleridir. En küçükleri en yaman

çikar ve işi bitirir. Bu da inisiyatik sirlardaki "çocukluk" hâlini anlatmaktadir.

"Çocuklar gibi saflaşmak" meselesi... Yani asil sonuca varacak olan, çocuklar gibi

saflaşmiş olandir. Masal kahramani hazineyi ya da sevgiliyi ararken bir de bakar

ki kendi benliğini bulmuştur. Hayvansal bir metamorfoza uğramiş, bir

transformasyon geçirmiştir.

 

Masalda kayip olan şeyin aranmasi sirasinda birtakim büyük imtihanlardan

geçerken, kendisine bazi hedefler gösterilir, yardimlar yapilir, bundan dolayi o

zamana kadar ortaya koyduğu aksiyonundan dolayi kendisinde bazi değişiklikler

olmuştur. Son şuur haletiyle olaylara girmeden ve maceraya başlamadan önceki

şuur haleti arasinda çok fark olduğunu kendisi de sezer. Artik elde ettiği

hazinenin, kavuştuğu sevgilinin, keşfettiği bir yerin (sarayin) önemi yoktur. Öyle

bir hayat çenginden geçip gelmiştir ki, bambaşka bir insan olmuştur. Birçok

maddi değerler kendisi için silikleşir gider...

 

Bazen masal kahramani, kudretli insanlarin spiritüel gücünü sembolize eden bir

ermişin, perinin, meleğin yardimini görür. Bu kudret bazen sihirli bir eşyaya

bağlidir. Sopa, taş, palto, uçan at vs. gibi. Gençlik suyu ya da ölüm suyu olabilir.

Bir de "kuş dili" denilen bir husus var. Kuş dilini şöyle tarif ederler: Şiirsel,

birleştirici, sakinleştirici ilâh ve meleklere ait bir lisandir. Kuş dilini anlayan,

bilgi ve hikmetin en yüksek derecesine ulaşabilir. Buna bir atif, Hz. Süleyman'in

bütün hayvan dillerini anlamasidir. Kuş dilinin, şiirsel, birleştirici oluşundan biz

anliyoruz ki, kuş diline sahip olmak demek, çok yüksek derecede psişik

melekelerden biri olan telepatik güce sahip olmak demektir. Burada telepatik

güç derken, sadece insandan insana aktarilan telepatik güç olarak değil, bütün

eşya ve canlilar arasindaki bir iletişim kastedilmiştir.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

**Ejderha ve Kiliç Sembolü

 

Ejderhanin asil iki büyük anlami, daha doğrusu iki büyük görünüşü vardir:

Birincisi, ağzindan alevler çikan, bazen bir, bazen üç, bazen beş ve bazen de yedi

(tek sayilarda) başli olmak üzere, resimlerde gördüğümüz şekliyle kuyruklu,

kuvvetli pençeleri olan, gözleri ileri firlamiş acayip bir mahlûk. Daha doğrusu,

çizilenler, halki oluşturan karmik tortunun sonucunda ortaya çikar. Astralde

meydana getirilmiş olan ejderhalar vardir. İnisiyatik savaşta, cehenneme iniş

sirasinda, ölüm denemesinden geçen müridin orada karşilaştiği yaratiklardan

biridir ejderha.

 

Buradaki astral sembol, daha önce söz etmeye çaliştiğimiz "tortu"yu ifade eder.

Her insanin bir ejderhasi vardir. Ayni zamanda her kavmin de bir ejderhasi

vardir. Buradaki ejderha, neden muhtelif başlarla ifade edilir? Hatta bu başlar

kesildikçe yerine tekrar gelir. Kahraman bir türlü bu başlarin hepsini birden yok

edemez. Fakat büyük bir azmi ve çabasi vardir. Artik gücünün de tükendiği bir

anda o ejderhanin öldürülmesi için sirri bilen birisi kendisine yardim eder. Bu ya

bir piri fanidir, ya dilenci kilikli birisidir ya da esrarengiz bir mahlûktur. Ona

der ki, "Sen bu ejderhayi bu şekilde ortadan kaldiramazsin, bunun yedi cani var,

biri gitse öteki gelir. Ama bunun vücudunun (örneğin, karninin altinda) zayif bir

noktasi vardir; eğer oraya okunu isabet ettirirsen, artik bir daha kestiğin başlar

yerine gelmez."

 

İşin sirrini, içeriğini birisi yardim olarak kahramana verir. Ve gerçekten o

şekilde hareket ettiği takdirde ejderhayi öldürmeyi başarir. Buradaki ejderha

görüldüğü gibi, birinci derecede, inisiyatik anlamda tortunun içeriğini anlamak

ve onu artik ejderha olarak görmemenin şuuruna varmaktir. Kiliç, burada bir

kudret, hâkimiyet aracidir. Bize göre bu, Ruhsal İdare Mekanizmasi'nin icra

yetkisini ifade eder. İnisiyatörlere kiliç, hançer, asa verilir. Kiliç ileride "asa"ya

dönüşmüştür. Orfe'nin meşhur "kozalak başli asasi", Musa'nin asasi gibi. Pek çok

inisiyatörlerin ellerinde bulunan özel sopalari, ayni zamanda spiritüel etkinin

kendisi tarafindan başkalarina aktarilabileceğini ifade eder. Bir zamanlar bu

sopalar çok kiymetli madenlerden yapilmiş enerji çeken ve toplayan araçlardi.

 

**Ezoterizmde Amel

 

Amel, Fransizcasiyla "aksiyon", Türkçesiyle "eylem" anlamina gelen bir

kelimedir. Doğrudan doğruya "yapilan iş" manasina geldiği gibi, "işlenen

hareket" anlamina da gelebilir. Ezoterizmde "amel"in önemi büyüktür. Spiritüel

kültürde buna "uygulama" denir. Her insan almiş olduğu bilginin uygulamasini

yapmalidir. Bu uygulama vicdandan gelen itme gücüyle uygulanir. Hayat

içerisinde bu bilgiyi yaşamalidir. Japonya'da Budizmin etkisi altinda meydana

gelmiş olan ZEN tamamen insanin kendi anlayişina bağli olmak üzere uygulamadan

ibarettir. Orada hiçbir teorik bilgi yoktur ki, nefiste uygulanmasin,

şuurda bir iz birakmasin. O bilginin insan ameline yansiyabilmesi için onun

uygulanmasi gerekir. Uygulanmadiği sürece ZEN yoktur. Bu, hâlen Uzak

Doğu'da milyonlarca insan tarafindan izlenmekte olan bir mistik yoldur. Bu

husus hemen hemen bütün ezoterik (içrek) çalişmalarin esasini oluşturur

durumdadir.

 

Özellikle sufilikte (İslâm tasavvufu) çok önemli bir yer tutar, çünkü İslâmin

kitabi Kur'an bilginin hayatta uygulanmasini temel kabul etmiştir. Bundan

dolayi İslâmdaki bütün batini çalişmalarda "amel" çok önemlidir. Bunun önemi

her şeyden önce "amel" ile "ibadet”in birbirinden ayrilmayan iki unsur

olmasindan ileri gelmektedir. Bu duruma göre amel, bilgi ve düşüncenin

uygulanmasi ve devamli sinanmasi olmaktadir. Bilgi ve düşüncemizi bir yerde

uygulamak ve bunun doğruluğu hakkinda da devamli bir sinanma araci

ariyorsaniz, bunu aksiyonda (amelde) aramamiz gerekir. Diğer taraftan nefsin

kurtuluşa ermesi, kaba tesirlerle olan mücadelede gösterdiği çaba hepsi bu amele

bağli olarak sağlanmaktadir.

 

Amelin insan ruhunda oluşturduğu etki büyüktür. Hiçbir bilgi, saf olarak insan

zihni içerisinde kaldiği sürece, yük bir bilgi oluşturmaktan öteye gitmez. Bu

bilginin insan gelişimi için gerçekten bir yaran yoktur. Ruhsal bilgilerden

öğrendiğimize göre, hayat yaşanmak içindir. Hayat, düşünmek için, fikir binasi

kurmak için, hayat hayal etmek, hayat hayatla oynamak için değildir. Hayat her

඿eyden önce, cevher olarak yüksek bir yapiya sahip insan ruhunun sadece

tatbikat yoluyla fizik âlem hakkinda bilgi edinmesine olanak veren bir genel

teşkilâttan ibarettir.

 

Hayatta uygulamasi yapilmamiş bilginin insan cevherine bir katkida bulunmasi

oldukça şüphelidir. Bunun en güzel uygulama şekli, şuurdişina aktarilmasidir.

Bir bilginin şuurdişina geçirilmesi için bilginin çeşitli şekillerde uygulanmasi

gereklidir. Yani bizzat onu yaşamamiz gerekir. Bu, çok zor bir yol ve metottur.

Yalan söylememenin, hirsizlik yapmamanin, iftira etmemenin, dürüst

yaşamanin, insanlara karşi sevgi göstermenin, hoşgörü sahibi olmanin her türlü

edebiyatini yapmak mümkündür. Fakat bunu uzun süre kendi hayatinda veya

başkalarinin hayatinda yaşamak ve yaşatmaktir önemli olan. İşte bu, ameldir.

 

Buna örnek olarak Yunus Emre gösterilebilir. Yunus Emre ilk ruhsal tebligatini

şiir hâlinde ifade ettikten sonra, kendisinin uzunca bir süre Anadolu'da tatbikata

çiktiğini görüyoruz. Bütün bilgisini (moralitesini, ahlâkini) bu seyahatleri

sirasinda bizzat nefsinde yaşamak ve başkalarina da yaşatmak suretiyle

uygulamiştir. Bu, onun sufizmin tatbikat aşamasini tam anlamiyla yerine

getirdiğini de bize göstermektedir. Mesnevi de hemen hemen ayni şeyleri söyler

ama, Celaleddin-i Rumi'nin aslinda büyük bir uygulamasi olmamiştir. O, büyük

bir uygulayici olmaktan çok büyük bir inşa edici (bilgiyi kuran) olmuştur. Fakat

bu bilgileri kendi nefsinde uygulayacak bir dünyasal safha geçirdiğini

zannetmiyoruz. İnsanlarla ayni haleti geçirmek suretiyle beraber yaşamiş

değildir. Daha çok hiyerarşinin üst seviyesinde kalmak suretiyle çalişmiştir.

 

Teorik olarak söylenen her söz ancak realite içerisinde uygulandiği zaman değer

kazanir. Bu bakimdan teorik fizik ile deneysel fizik arasinda oldukça büyük

farklar vardir. Teorik fizik genellikle hoşa gider, fakat teorik fizik uygulanmasi

zor, uygulama sirasinda her zaman zorluklarla karşilaşilmasi mümkün olan bir

konudur. Aynen şuna benzer: Teorik olarak öğrendiğimiz her türlü şey, belki

ileride atacağimiz adimlardan şunu veya bunu seçmemize sebep olabilecektir,

ama yine de adimi atarken yapacağimiz seçme, teorik olarak öğrenmekten çok

daha farkli bir şeydir. Oradaki seçme kararini bize verdirten güç, teorik

bilgimizden gelmiyor. Ruhsal veya zihinsel tecrübemizden gelmektedir. Bu ise

tecrübeden geçmiş olgun insan sonucunu ortaya çikarir.

 

Gerek geleneksel Bati mistisizminde gerekse sufizmde ibadet, amel demektir. Bu

ibadet insandaki içsel anarşiyi (egoizmi) yenecek olan iyi niyetin bir dayanağini

teşkil eder. İçimizden gelen egoistçe haykirişlari yenmek için, önce çok iyi niyet

etmek lâzimdir. Zaten oruca başlarken yapilan niyetin de bu tarzda bir niyet

olmasi gerekir. Yani "Aç kalmaya söz veriyorum..." manasinda değil. Oruç süresi

içerisinde, meydana çikacak olan her türlü nefsani kavgalarda, tek yanli değil,

yansiz olarak işin doğrusunu bulmaya, anlamaya niyet etmek gerekir. Çünkü

oruç tutmak bir ibadettir. İbadet ise ayni zamanda bir ameldir. Bu amelin hedef

aldiği nokta insanin nefsiyle olan mücadelesindeki savaşi kazanma ameliyesidir.

 

İslâm peygamberi, en büyük cihadi insanin kendi nefsine karşi vermiş olduğu

savaş olarak nitelemiştir. Bu, aslinda bütün kutsal kitaplarda vardir. İncil'de

İsa'nin, "Ben, dünyayi yendim." bunun ifadesidir. Orada dünya sembolü

kullanarak nefsini anlatmak istemiştir. Dünya aslinda nefis denetimi için

meydana getirilmiş geçici bir yerdir.

 

**Büyük Eylem (Cihad-i Ekber)

 

Hemen hemen bütün ezoterik çalişmalarda asil evreyi oluşturur. Böyle büyük bir

aksiyona başlayan bir insan için amaç, gizli ve yikici tesirlere karşi harekete

geçmektir. Bu tesirlere karşi bütün benliğiyle mücadeleye başlamak demektir.

Bizler ise henüz değil büyük cihadi, küçük cihadi bile yapacak durumda değiliz.

Henüz yapmakta olduğumuz cihat, ekmek kavgasi tarzinda görünmektedir.

Değil, gizli ve yikici tesirlerin varliğini anlamak, onlara karşi bir güçlenmeye,

teçhizatlanmaya doğru gitmek, aksine çoğu kez kendi nefsaniyetimizi tatmin

eder durumlara yardimci olmaktayiz.

 

Burada "gizli ve yikici tesirler" ifadesinden şu anlatilmak istenir: Birey olan

insan, egosunun yüksek kişiliğinden beslenmekten çok, geri unsurlardan

beslenmesi sonucu ortaya çikan bir geriletiri tesire hedef olur. İnsan bunun

farkina varamaz. Bir bakima bu durumda, egonun çeşitli kaliplara girerek

kendini insanlara kabul ettirmesi içerisinde sevgi, şefkat, merhamet olduğu gibi

şan, şöhret, "insanlara bir şey veriyorum" düşünceleri de bulunabilir. Veya kendi

egosuyla olan mücadelede daima önüne çikan olaylari, kendi arzu ve emelleri

istikametine yöneltmek, hep kendine doğru yontmak için muhtelif teviller

yaratmak şeklinde de ortaya çikabilir.

 

Bu, bir defa kendi kendimiz için gizli ve yikici tesirlerin devamli olarak üzerimize

gelmesini sağlamaktadir. Bu, günlük hayatimiz içerisinde devamli

karşilaştiğimiz bir husustur. Bu durumda ne yapmak gerekir? Bu durumda,

hemen bir şey yapivermek kolay değildir. Yalniz, bir şeylerin farkinda olmak

mümkündür. Böyle şeylerin var olabileceği hakkinda bir uyanikliğa doğru

gitmek mümkündür. İnsan birisine bir iyilik yaparken veya yaptiktan sonra art

düşüncesini kendi kendine kontrol edebilmelidir.

 

Örneğin, insanlar "başinin gözünün kurtuluşu" için sadaka verirler. Gerçekte

yapilmamasi gereken bir iyilik tarzidir. Hiç yapilmasa daha iyidir. Burada sevgi

olmadiği gibi, şefkat de yoktur, acima da. Semavi bir rizanin mevcudiyeti de

yoktur. Yani verilen bir sadaka ile ilâhi rahmeti satin almaya çalişiriz... İşte

Cihad-i Ekber, insanin, ilk önce kendi nefsinde gizli ve yikici tesirlerine karşi

yapacaği bir savaştir. Buna başka bir deyimle "Murakabe-i Nefis" denir. Bu,

insanin kendini bir denetim ve kontrol altinda, şuurlu bir denetim altinda

tutmasidir.

 

Belki de meditasyonun (ruhsal ve psikolojik bir murakabeye girmenin) bu

bakimdan bir faydasi olabilir. Nefsi denetleyebilmek bakimindan serbest bir

psişik alan içerisine geçebilmek mümkün ise, (eğer bu yapilabiliyorsa) bu belki

başarilabilir. Arazin nereden geldiği teşhis edilir ama, uygulama olmadiği için

bir fayda sağlanamaz. Bu yüzden Yunus'un yaptiği gibi, ormandan odun

getirmek, icabinda benimsediği yüksek bir idealin tatbikatini yapmak... Aslinda

bu da sembolik bir anlatimdir ve nefsin uygulama alani içerisindeki savaşini

ifade etmek istemektedir. İnsanlarin yaptiklari ameller ayni olmakla beraber,

kendi ruhlarina kazandirdiklari sonuçlar ayni olmayabilir.

 

Her amelin kendine has bir kudreti vardir demiştik. Doğru niyet içinde olmak da

bu kudreti sağduyu içerisinde yükseltmektedir. Bunu şuna benzetebiliriz: Felçli

bir durugörü sahibi, kör bir koşucuyu götürebilir. Bir tarafta felçlidir fakat

durugörendir. Başka bir benzetmeyle de, bunu "Arabanin sahibi, arabayi çekeni

(ah) yönetebilir." şeklinde ifade edebiliriz. Krişna şöyle demiştir: "Sükûnet içinde

faaliyeti, faaliyet içinde sükûneti bilen insan, bilge insandir." Burada "faaliyet"

kelimesiyle "amel" kastedilmektedir. Sükûnet hâlinde iken bile, bir şuur faaliyeti

hâlinde bulunmak, tatbikatimizi yaparken de sükûn hâlinde bulunmak lâzimdir.

 

Böylece, her şeyden önce tam bir nefis kontrolü yapiliyor. Bu, egonun kontrol

altina alinmasinin bir yolu olmaktadir.

 

**Büyük Bariş (Sükût-u Ekber)

 

Bu büyük sükût içinde insan, çevresiyle iç ahengi içindedir. Buna genellikle

Bati'da "Aden Hâli" denir.

 

Aden'in içinde yaratilan bütün varliklarin birbirine karşi olan durumlari, ahenk

içinde bulunmalari kastedilir. Orada bitkiler ve hayvanlarla diğer varliklar

büyük bir sükûnet halindedir ki, karşilikli tesir alişverişinde bulunurken hiçbir

varlik diğerini hirpalama durumuna düşmezdi. Varliklarin dimaği orada henüz

kendi şahsiyetleriyle ilgili imajinasyona başlamiş değildirler. İnsan henüz,

neden, niçin, nasil diye sormaya başlamamiştir. Başlamadiği için de bütün bu

dürtülerden dolayi ortaya çikacak bir hareket yoktur.

İşte bu ilk hâli, Aden'deki sükûnet hâlini gerçekleştirmeye çalişmak ezoterik uygulamanin önemli uygulamalarindan birisidir. Nerede? Bu dünyada, bu beden

içerisinde, bu bilgilerle... Büyük bir sükût içerisinde kalmanin asil amacini ilk

uygulayicilar çok iyi bilmekteydiler: Ruh ile evren arasindaki dengeyi kurmak.

 

Bir tür tüm duygulari evrenle akort hâline getirmek... Böyle bir sükûnet hâli

içerisinde yapilan yegâne aktivite Kalbi Duadir. Buradaki dua, zamanimizdaki

genel dua anlayişinin çok üzerindedir. Çünkü genellikle zamanimizda insanlar

kendi egolarinin çikarlari için Tanri'dan talepte bulunurlar.

İnsan, aslinda istedikleri şeylere göre de bir siniflamaya sokulabilir. Duada

insanlarin isteklerinin nereden hiz alip talepte bulunduklari önemlidir.

İnsanlarin isteklerine cevap verenler, bir hiyerarşik sistem içerisinde ayri ayri

varliklardir. İnsanlar hangi taraftan ne istemişlerse, oradan cevap gelir. Ve

hiçbir zaman bunlari Tanri'nin verdiğini düşünemeyiz. Tanri, kulundan ne bir

şey alir, ne de bir şey verir. Çünkü Tanri'nin varliklariyla doğrudan ilişkisi

yoktur.

 

Eğer insan Tanri'ya gerçekten yaklaşmak istiyorsa, O'nun kozmik kanunlarina

mümkün olduğu kadar uymaya çalişmalidir. Bu kanunlara nüfuz edebildiği

nispette insan Tanri'sina yaklaşmiş olacaktir. Hiçbir varlik Kadir-i Mutlak

Yaradan ile arasindaki boşluğu dolduramayacaktir. Dolayisiyla insanin yapacaği

iş, kendi yüksek şuuruyla nefsi arasindaki boşluğu doldurmaktan ibarettir.

Nefsinden kalkip, yüksek zatina geçebilmek için ortada bulunan derin uçurumu

doldurmak, daha yükseğe atlamanin şartlarini, araçlarini aramak olacaktir.

 

Dua en basit haliyle ilâhi olanin ismini zikretmektir. Herkesin imajinasyon

yeteneği kendine göredir. Bu bakimdan insanlarin TANRI tasavvurlari

birbirinden farklidir. Tasavvur etme herkesin kendi beyin kapasitesine ve

bununla ilgili olan birtakim şartlara, yeteneklere bilgilere vb. bağlidir. Herkesin

ilâhi hemen hemen kendine benzer. Kendi arzularina, her çağirişinda kendisine

el uzatan, her istendiğinde yardima koşan bir ilâhtir. O âdeta bu ilâhin isminin

zikriyle davet edilmektedir. Bir tür, daha derin düşünülürse, mutlak şuuru ele

geçirmek için dua hâli bir faaliyettir, girişimdir. Her dua sonucunda bir karşilik

alinmaz. Önce, rica ve istek yollarinin açilmasi için gayret edilmelidir. Bazen,

dualarin esasi, ricada bulunmak için ilk perdenin açilmasina yöneliktir.

 

Her inisiyatik çalişmada, merasimin geçerli olmasi için, bir ilâhi isimle

başlamasi ve ilâhi bir isimle de bitmesi gerekir. "Her işin başi ve sonu Allah

adidir." denir. İncil'de "Alfa ve omega benim." denir. Her ezoterik çalişan kişi,

kendi dinsel öğretilerini aldiği ana kitabi ne ise, orada buna benzer ifadelere

muhakkak rastlayacaktir. Bu durum gerçek inisiyatik çalişmalarin sükûnet

hâlindeki faaliyetinin başlangicinin ifadesidir.

 

Ezoterik çalişmalarin çok ileri safhalarinda Tanri adi bile zikredilmez. Nitekim

Mesnevi'de "O" diye geçer daima. Bu "O" son derece global, son derece geniş,

çeşitli şekilde hayal edilebilen bir güçtür. Herkes kendisine göre bir "O" anlamaktadir.

 

Bu, "Hu" olarak da ifade bulmuştur. İnisiyenin kavisi o derecede

genişlemeye başlar ki, artik bir yerden sonra "Hu" ya da "O" bile diyemeyecek

hâle gelir. Yani O'nu zikretmenin bir edep değil, edepsizlik olduğunu anlar. Ama

bu oldukça ileri bir safhadir. Bu safhada müridin beşeri hüviyeti zaten oldukça

incelmiş, bir hayli de ortadan kalkmiş durumdadir.

 

**Kolektif Güç Alani

 

Duanin ilk tarzi, yardim istemektir. Kurtuluş, iyilik için yardim istemenin tesirli

olmasi, kolektifliğin önemine bağlidir. Kolektif şekilde çalişan fertlerin kişilik

kapasiteleri ne derecede güçlü ise, yardimin istenişinde, yansiyan tesir de o

derecede yüksek olur. Dua eden topluluğun meydana getirdiği belirli bir ortak

tesir alani vardir. Bu tesir alaninin elbette ki etrafina yaydiği bir de tesir vardir.

İşte bu tesir alaninin kudreti, fertlerin meydana getirdikleri psişik kapasiteye

bağlidir. Ne derecede bu psişik kapasitemiz genişlemişse, bir yardima kavuşmak

o derecede mümkün olabilir. Hatta öyle mistik hikâyeler vardir ki, umulmadik

bir çömezin, pek ileri safhada bulunan diğer müritlere nazaran duasi daha kabul

görür durumdadir. Yani psişik kapasite kişilerin azliği ya da çokluğuyla ilgili bir

husus değildir. Burada çokluktan ziyade nitelik önemli olmaktadir.

 

Her tarik ehli bu psişik kapasiteyi kolektif çevreyle ahenk hâline geçerek

kullanir. Tüm dualar, bu şartlar altinda kolektiflik ruhuna hitap eder. Bunu

şöyle bir örnekle açiklamaya çalişalim: Örneğin, "A" şahsi bir yerde şifacilik

yapacaktir. Bu şahis grup hâlinde diğer şifaci medyomlarla çalişirken, onlarin da

enerjilerini çekerek karşi tarafa intikal ettirebilir. Bu yüzden, kolay kolay, kendi

manastirindan (ya da tekkesinden) ayrilip da, tek başina bir manastir kurmak

mümkün olmaz. Yani o kimsenin baş rahip (ya da şeyh) olabilmek için gerçekten

kolektif güç alanindan dişari çikabilecek kadar güçlü olmasi gerekir. Kolektif güç

alanina muhtaç olmayacak kadar kudretli bir kişi, dişari çikip, kendi tekkesini

kurabilir.

 

Eski eğitimlerde böyleydi bu... Bunu yapamadiklari için devamli olarak uzun

yillar kendi üstadinin eteği altinda bulunmuş ve onun yardimiyla gerek nefsiyle

olan mücadelede gerekse başkasiyla olan ilişkilerinde yaşantilarini

sürdürmüşlerdir. Ama kişi tek başina enerji yayacak hâle geldiği zaman zaten

otomatik olarak grubunun dişina çikar ve bu sefer kendisi yayinda bulunarak,

etrafinda başka bir halkayi oluşturmaya başlar. Onun için her tarik ehli bu

kolektif çevreyle irtibat hâlinde bulunmaya gayret eder. Tüm dualar bu şartlar

hâlinde kolektiflik ruhuna hitap eder. Bu kolektiflik ruhu ortadan kalktiği

zaman dualarin da isabetli olmasi pek mümkün olmamaktadir. Onun için

topluluk duasini, şahsi duadan yeğ tutarlar.

 

Hep birarada yapilan mistik bir çalişmayi, tek başina yapilan bir çalişmaya

daima tercih ederler. Zaten mabetlerin de en büyük özelliklerinden biri budur.

Bir mabet insanlarin kendi psişik güçlerini biraraya getirmek için toplandiklari

bir yerdir. Sonraki bölümlerde yine bu mistik çalişmalardan söz ederken, kutsal

yerlere ve kutsal hâllere de değineceğiz. İnsanlar uzun zamanlar boyu bir türlü

evren dişi bir TANRI anlayişina ulaşamadiklari için mabetleri de TANRI EVİ

olarak düşünmüşlerdir. Aslinda hiçbir din Tanri'nin bir mekâni olabileceğini

bildirmemiştir.

 

**Mantra

 

Duanin etkisiyle ilgili olarak çağrilan spiritüel varliğin ismi ve bu isimden doğan

bir etki söz konusudur. Meditasyon yapanlar bunu daha iyi anlayabilirler. Çünkü

meditasyon sirasinda insan şuurunun daha derin safhalarina geçmek ve insan

şuurunu kaplayan bazi parazit düşünce ve imajlari ortadan kaldirmak için

"mantra" dedikleri bir "anahtar kelime" tekrar edilir. Bu tekrar sirasinda bir

dağilma meydana gelir, bundan yararlanilarak derin şuura biraz daha inmek

imkâni ortaya çikabilir, bu bir tek kelime değildir. Aslinda, meditatör her şuur

safhasini geçtikten sonra, yeni bir kelimeyle bu mücadeleye devam eder. İşte

yukarida anlatilmak istenen de budur. Duanin söylenişinde spiritüel bir etki

vardir. Bunu, müridin durumuna göre inisiyatörü verir. "Zikir almak" deyimi de

buradan gelmektedir. Bu kelime müride aittir, başkasina söylemez. Kendisi

kullanir, kendisi faydalanir. Bu mantralardaki esas şart, mekân olarak bir

mabette, eşya olarak kutsal bir cisimde yoğunlaşabilen bir tesirdir.

 

"Tanri müminlerinin kalbini niyetlerine göre yoklar." Bu ezoterik ifadenin

anlami şudur: Dua ile hakikate ulaşildiğini kabul etmek, abestir. Siz her ne

kadar durmadan falan zikri çekseniz bile, gerçek ihtiyaçlariniz ve gerçek psişik

kapasitenize uygun olarak tesir size gelir. Duaniza karşilik üst plânlardan gelen

cevap sizin niyetinize göredir. Yoksa ağzinizdan çikan kelimeye göre değil.

Dudak kimildatmanin hiçbir fonksiyonu yoktur. Onun fonksiyonu amele

iştirakten dolayidir. Eğer o kelimenin gerçek anlamina varilabilmişse, titreşimsel

karakterinden dolayi bir etkisi olabilir. Bir kelimenin söylenişinde muhakkak ki

bir tesir mevcuttur. Onun için, her kutsal kitabi kendi dilinde ve kendi şivesiyle

okumak daha yararlidir.

 

Örneğin, bir Kur'an'in Arapça okunuşuyla, Türkçe okunuşu ya da başka bir dilde

okunuşu arasinda fark vardir. Bir kutsal kitabin orijinal dilinden başka bir dile

tercümesinin sakincali olduğunu söyleyenler, bilerek ya da bilmeyerek bunu

demek istemiş olabilirler. Yani uyarici, zihni tembih edici ve değişik titreşimleri

harekete geçirici gücü ortadan kalkar, mantralarda olduğu gibi. Halbuki orjinal

söyleniş şeklinde çok önemli etkiler vardir.

 

Muhiddin-i Arabi, "Herkes kendi Rabbine dua eder, daha yükseğine dua

edemez..." der. Burada M. Arabi'nin çoktanriciliği ifade ettiğini hiçbir zaman

söyleyemeyiz. Yaradan bir tane, fakat Rab (mürebbi, yetiştirici, öğretici,

öğretmen) "Yaradan" anlaminda değildir. O hâlde, bu kelime orijinden hareket

edersek, gerçekten de hem Bati, hem de Doğu tasavvufunda ayni anlama

gelmektedir. Tevrat'ta da, İncil'de de ayni sözler savunulmaktadir. Rab, Yaradan

değildir. Rab, ilâhi basamak düzeni (hiyerarşi) içerisinde mevcut olan, insanlari

görüp gözetmekle görevli, bütün canlilarin gelişmesinde vazifeli olan bir

metafizik varliklar yönetimidir.

 

**İçsel Dua

 

Aşkin anlamiyla dua, varliğin evrene doğru bir soluk almasidir. Bu da içsel

aydinlanmayi sağlamak amacini güder. İçsel dua (kalbi dua) bir tavirla dişari

çikiyor. Ritmik titreşimlerde bunlari teyit eder içeriktedir. Burada amaç, tüm

ruh hâllerini geçirmek suretiyle, evrensel insanin gerçekleşmesine doğru

gitmektir. Hatta derler ki, "İnsan zihni başka işle bile meşgul olsa, kalbi dua

devam edip gider." Yani bu şuursal olarak öyle derin bir faaliyettir ki, dünyanin

günlük işlerini yaparken bile, içinizden devamli olarak dua hâlinde

bulunabilirsiniz. İşte bu hiç belli olmayan bir ibadet şeklidir. Dua ediliş fark

edilmez ise, en mükemmel dua odur. Bu şekilde kalbi dua gerçekleştirilmiş

olabilir. Dişarilaşmiş birtakim tavirlarla, hareketlerle vs. yapilan dua etkisizdir.

"Kalbi olanin dili yok, dili olanin kalbi yok." Samimi ve gerçek dua dudaklarda

başlar, kalbe iner, oradan hiçbir dille konuşmayan Allah'a ulaşir.

 

**Mutavassit Âlem

 

Ezoterik çalişmalarda inisiye, "mutavassit" ismi verilen bir âleme geçmek

zorundadir. Bu "mutavassit âlem" dünyasal tesirler ile ruhsal tesirlerin birbiriyle

temas sağladiği bir yerdir. Elbette ki, maddenin etkisinden bedenli hâldeyken

kurtulmanin olanaği yoktur. Dünyayi terk etmek suretiyle kendini tamamen

ruhani bir hayata hastalik derecesinde vermiş bir kimse bile, bedensel (fizik)

etkilerden kurtulamaz. Bu etki daima onu her yerde takip edecektir. O hâlde,

mistik çalişmalarda, "Kurtuluş"tan söz etmenin faydasi var midir veya söz

edilirse, ne anlamda bunu kabul etmek gerekir? Herhalde maddenin bağlarindan

tamamiyla siyrilip, çikmak anlaminda değil...

 

"Kurtuluş" olsa olsa, fizik plânin ruhsal varliğa yüklediği birçok icaplarin

kolaylikla üstesinden gelmek demektir. En başta, fizik bedenin can (bedene bağli

ruhsal varlik) üzerindeki etkileri inisiye olmadan ve olduktan sonra oldukça

farklidir. Yetişmiş bir inisiye her türlü fizik ve manevi açliği kontrol altina

almiştir. Bu gerek manevi iştah olsun, gerekse bildiğimiz fizik bedeni tatmin için

ortaya çikan türden olsun, bunlarin tümünü yetişkin bir inisiye kontrol altina

almiştir. Yani iştah şahsa değil, şahis iştahlara hâkim durumdadir.

 

İstediği şekilde atini kullanabilecek bir süvari hâline gelmiştir. Çünkü bildiğiniz

gibi usta at acemi süvariyi kullanir. Demek ki "kurtuluş"un bir yerde anlami bu

olmaktadir: Bedene olan hâkimiyet ve hatta üstünlük. Nihayet daha üstün bir

kurtuluş, o bedenle beraber bir üst realiteye yükselmekle mümkün olabilir.

Anlayiş, duyuş, hissediş, kavrayiş bakimindan. Bu durum için "uyanmak"

teriminin kullanildiğini daha önce de belirtmiştik. Bu kurtuluş Budizmdeki

kurtuluşa (Nirvana) benzetilebilir. Bu, İslâmda "Fenafillah" olarak geçer.

Doğudaki bu Budist gelenek İslâmda (sufizmde) bu hâle dönüşmüştür.

***

Görüldüğü gibi ezoterik bir terbiyeyle yetişmek isteyen bir kişi birçok güçlüklerle

karşilaşmak durumundadir. Bunlar mağlûp edilmesi zor hâllerdir. Çünkü madde

bir çokluk dünyasidir. Her şey orada ziddiyla ve çok olarak vardir. Bir engelin

arkasinda diğer bir engel bulunabilir. Bu engellerin aşilmasi oldukça zordur. Bu

engeller olmaksizin bir hayat düşünmek hemen hemen mümkün değildir. Bu

bakimdan ezoterik çalişmada bulunan bir kişi, mutavassit bir âlemle irtibat

kurmak zorundadir. Bu mutavassit dünya, hissedilmeyen bir âlemdir ama, onun

içerisine girmiş olduğunuzu size gösteren delil; yapmakta olduğunuz hatalarin

azalma yoluna girdiğini görmenizdir.

 

Böyle mutavassit bir âlemle siki ilişki içinde bulunan müridin hatalari, beşeri

sürçmeleri süratle azalmaktadir. Oldukça az şekilde bu takilişlara maruz kalinir.

Özel bir koruyucu tesir içerisine girmiş olur. Yine yaşamasina devam eder, fakat

artik menfi tesirler, diğerlerini etkilediği gibi, müridi etkilemez. Zaten ezoterik

çalişmalarin mükâfatlarindan biri de budur. Mürit kendini görünmeyen bir

kuvvetle donatmiş olur. Bu kadar çalişmanin, didinmenin sonunda kendisinin de

bir liyakate ulaşmasi lâzimdir. O liyakat de bu olmaktadir.

Bu mutavassit âleme herkes cesaretle giremez. Ne olursa olsun, bedene bağli bir

anlayiş ve idrakin garantisi orada yoktur. Çünkü biz, daima, beyinsel düşünceye

bağli birtakim esaslardan hareket etmek zorundayiz.

 

Dünyada olaylari, gerçekleri araştirmak üzere çeşitli bilim dallari vardir, fakat

orada gerçekler apaçik ortada durur. Deney yapilmasina, mantik kurallarinin

izlenmesine vs. ihtiyaç yoktur. Bir şeyin gerçeği neyse, onu orada apaçik görmek

mümkündür. İnsan her şeyden önce akli bir varlik olduğundan böyle bir ortamda

tutunabilmesi oldukça güçtür.

 

Mutavassit âlemde hata olmaz, çünkü orada hata işletecek kurallar

bulunmamaktadir. O kurallar kullanilmadiği için hata da ortadan kalkmiş olur.

Bu âleme metapsişik âlem, süptil âlem gibi isimler de denir.

 

**Bu Âlemin Yaratiklari

 

Mutavassit âlemle müşterek yaşayan bir kimse, birçok seviyelerde yaşayabilir.

Bu âlemle beraber yaşamak oldukça zordur. Çünkü bu âlemin de kendine has

varliklari vardir. Daha doğrusu bu âlemde devamli olarak meydana getirilmiş

klişeler (düşünce şekilleri, formpanseler) vardir. Yani düşüncelerin şekillenmiş

hâlleri mevcuttur. Bunlarin etkisi altinda kalmak da mümkündür. Kabalistler,

okültistler, buradaki varliklardan söz etmişlerdir. Bunlara elemanter varliklar

da denilmektedir. Cinler, şeytanlar, su perileri, hava perileri vs. bunlarin esas

mahiyeti, bu süptil âlemde mevcut bulunan, ortami doldurmakta olan maddenin

insan düşüncesine karşi olan itaati ile ilgilidir.

 

Bunlardan dolayi o süptil âlemin maddesi devamli olarak şekillenir durur.

İmajinasyon kabiliyetinizle bu madde üzerine etki edip, ona türlü şekiller

verebilirsiniz. Bu, çoğu kez otomatik şekilde, bazen de şuurlu olarak meydana

gelir. İnsanlar, genelikle, kendi düşüncelerinin seyrini kontrol altinda tutacak

durumda değildirler. Çünkü zihnin özelliklerinden biri de, çağrişim yapabilecek

bir yapida olmasidir: Fikirler, düşünceler birbirini çağriştirir. Biz burada çoğu

kez, kontrol edici durumda olmaktan çikariz. Bir fikir diğerini kovalar. Bunlar da

otomatik olarak değişik düşüncelere, değişik düşünce yayinlarina sebep olur.

 

O düşünce belirli bir kapasite ve güçte ise, bu süptil plânda devamli olarak

şekillenmeler meydana getirir. Eğer birinin üzerinde fazla israr eder ve üst üste

onu beslersek, vücut bulur, gelişir. Artik sanki canli bir varlik hâline gelir.

Nihayet öyle bir kapasiteye ulaşir ki, bu sefer genel bir beslenme süreci içerisine

girerler. İnsanlarda çok sayida olmasina rağmen iştiha ve bu ihtiraslarla

meydana getirilen bir form, biz aradan çekilsek bile bir başkasi tarafindan

beslenmeye devam edecektir. Çünkü insanlardaki ihtiraslar ve istekler, hemen

hemen birbirine yakindir. Bu varliklar işte bu yüzden devamli olarak hayatta

kalabilecek varliklardir.

 

Burada şunu da ilâve etmek yerinde olacaktir: Bir kimse bedeninden ayrildiktan

ve ruhsal plâna intikal ettikten sonra, onun cennet veya cehennem hayatini meydana

getirecek olan, daha önce kendisinin yaratmiş olduğu ve yaratacaği

formpanselerdir, yani şekillenmiş düşünceleridir. Bu şekillenmiş düşüncelerimiz

bizim zebanimiz, canavarimiz, hurimiz, şeytanimizdir. Hatta bunun da ötesine

geçmek mümkün. Bu süptil âlemde koruyucu bir engel durumunda olan beden

bulunmadiğindan, düşünce daha az karişik hâlde artan bir tempo ile çalişmaya

başladiği için, şuuralti yükümüzün etkisi altinda da, devamli olarak yeni yeni

imajlar (iyi ve kötü) meydana gelir. Dante'nin anlattiklari, Eski Yunan'in

Hades'inde geçen olaylar, Misir inisiyasyonunda anlatilan cehennem hayati,

İslâmdaki cehennem hayati bu otomatik imajinasyon çalişmasina örneklerdir.

 

**Düşünceyi Kontrol Altina Almak

 

O hâlde, eğer ahiret hayatinizin mümkün olduğu kadar sarsintisiz, şoksuz,

normal hâlde geçmesini istiyorsaniz, düşüncelerinizi önceden kontrol altina

almak zorundasiniz. Düşünceleri mümkün olduğu kadar olumlu şekilde ve doğal

şekilde yürütmenin yollarina bakmak lâzimdir. Bu alişkanliği kazanirsak,

imajinasyonumuz da ayni alişkanlikla devam edip gidecektir. Zaten ahlâk

doktrinlerinin temelinde, sosyal düzeni, egoizmalari dengeli tutmaya çalişmak

gibi bir esas var ise de, bir yerde daha yüksek ahlâk düzeninde, gelecekteki bir

hayatin düzenlenmesi için insanlara birtakim tatbikatlar yaptirilmak istenir. Ve

biz bunu ahlâk kurallari, dinsel kurallar olarak ileri süreriz.

 

Toplum içinde insanlarin yalan söyleyerek birbirini istismar etmemesi,

birbirlerini yükseltici hâle gelmesine sebep olacak en ideal durumdur. Ama, asil

zihni yalan söylememeye aliştirdiğiniz zaman amaç artik toplumsal olmaktan

çoktan çikar. O zaman zihin her şeyden önce uydurma imajinasyonlardan

vazgeçer. Gerçek imajinasyonlar içerisinde kalir. Ve zihin kendi kendine yalan

söylemekten kurtulur.

 

Önemli olan, kaba safhada, ağizdan çikacak söz (düşüncenin kelimelere,

sembollere bürünmüş hâli) den başlayacaktir. Önce insan kendine karşi yalan

söylememeli, sonra da başkalarina karşi... Bir de düşüncenin kendi kendine

yalan söylememesi durumu vardir: Zihnin kendi kendine tutarli olmasi hâli. Bu

çok zor bir safhadir, ama bu kazaniliyor. Ve orada artik insan tahayyülü, insan

imajlari, yarin başiniza belâ olacak imajlar değildir. Belki aksine yarin size çok

yardim edecek imajlar olabilir. Artik zihinsel ters bir yayina izin yoktur,

dolayisiyla devamli olarak huzurlu imajlar söz konusudur.

İnsanlik olarak yalan söylememeye başladiğimiz zaman, belki önceleri çok büyük

kargaşaliklar olur ama, sonradan işler çok düzelir. Başkalarina yalan

söylenmemesi gerektiğini (bilhassa çocuklarimiza) söyler dururuz, ama toplumda

yalanlarin önünü bir türlü alamayiz. Ne vakit ki kişi kendi içinde, vicdanen ya

da ideolojik olarak, yalan söylememeye karar verir ve uygular, o zaman

yalanlarin ve bundan dolayi meydana gelen yikintilarin önüne geçilmiş olunur.

Fakat bu genellikle uygulanmadiği için, işlerin yalan dolanla yürümekte

olduğunu çocuklar çok kisa zamanda anlar ve ona göre hareket etmeye başlarlar.

 

O zaman anne ve babanin çocuğuna vermeye çaliştiği terbiyenin, öğüdün hiçbir

fonksiyonu olmamaktadir. Bu bakimdan okullardaki ahlâk dersleri de bir işe

yaramamaktadir.

 

**Aldanmalar

 

Mutavassit âlemle irtibata geçmek caziptir, insana birtakim güçler verir, fakat

ayni zamanda tehlikeler de getirir. Bu âlemde insan aldanabilir ve boş

güzellikler içerisinde kalabilir. Devamli bir değişim ve bir savaş vardir. Her

varliğin kendisine has imajinatif faaliyeti değişime sebep olur. Yani sizin

yaptiğiniz yuvayi her seferinde başkalari bozabilir. Bundan dolayi bir değişim ve

ayni zamanda bir savaş verilir. Bu savaş yerinden bizlere siçrayan etkiler de

vardir. Bu süptil âlemden insanlara devamli olarak tesirler gelir. İşte biz hangi

kanalda isek, oradaki imajlarla karşilaşacağiz.

 

Bize faydali bir kanaldaysak, elbette ki faydali tesirleri alacağiz. Bu süptil

âlemden bütün varliklar devamli olarak etki alir. Orada fikirlerin şekillendiğini

söylemiştik. Tesirler birbirine girer. Ruhlar kendi realiteleri içerisinde dünyaya

gelebilirler . Bu kudretli "mutavassit" dünyada değişimler de aidatladir. Aynen

rüyalarda olduğu gibi. Bu âlem bizim için vazgeçilmez ve gerekli bir âlemdir.

Orasi beşeri yaratiş ile ilâhi ilhamin karşilaştiği bir yerdir. Bir taraftan sizin

imajinatif yaraticiliğiniz, bir taraftan da size gelmekte olan ilâhi ilhamlar.

Oradan hem ilham alinir, ayni zamanda da imajinatif bir mücadele verilir. Aldiğiniz

ilhama göre imajinasyonunuz değişebilir.

 

İmajinasyonunuza göre de alacağiniz ilhani değişebilir. Esasinda düşünce

seviyemiz hangi frekans üzerinde çalişiyorsa, o frekansa uygun başka

frekanstaki düşünceleri kendimize çekebiliriz. Düşüncemizi nasil ayarlamişsak,

ona göre düşünceler bize gelebilir. Kendimizi düşünce plâni bakimindan yüksek

seviyede tutabilirsek', gerçek gazadan işte o zaman salimen çikmiş oluruz.

İnsan muhayyilesi çoğunlukla kendiliğinden çalişir, muhayyile (imgeleme

yeteneği) iki başlidir: Bir tarafiyla, mutavassit âlem ile konuşma ve görüşme

organi vazifesi görür, diğer tarafiyla da duyular dünyasi dediğimiz dünyada bir

ilişki kurma hâli tarzinda ortaya çikar. (Sanatta, yaraticilikta, ruhsal bir hamle

yapmakta ortaya çikar.) Bu mutavassit âlem bizi mistik çalişmalar ile maji

(sihir, büyü) konusuna getirebilir. Ezoterik bilimlerde, ister istemez majik

bilimler de incelenir. Buradaki büyüden, her zaman duyageldiğimiz büyü

kastedilmektedir. Bu büyü ile teozofideki büyü arasinda çok fark vardir. Biz

bunlarin her ikisini de Türkçede "sihir" kelimesiyle karşilariz. Ama yabana

dillerde bunlar değişiktir. Maji, sihirden başka bir şeydir. Eski Misir ve Yunan

geleneklerinde tehlikeli bir miras vardir.

 

Mutavassit dünya, bildiğimiz eşya dünyasindan daha yaygin olduğundan, varlik

için tedrici bir boğulma tehlikesi olabilen ortamda, varlik için bir tesirler kaosu

meydana gelebilir. Ayni olaylar, gerçekten, zit nedenlere sahip olabilirler . O

olayin ortaya çikişinda, iyi güçlerin mevcut olduğu gibi, kötü güçlerin de mevcut

olma ihtimali vardir. İslâmda "şeytan insana nefis yoluyla hükmeder" denir. Geri

seviyeli, şiddetli saptirici tesirlerin insana kendindenmiş gibi görünmesi... Daha

doğrusu bunlarin ferde kendi nefsi yoluyla gelmesi.

Yoksa dişaridan zorla bir şey yaptirmak söz konusu değildir. Zaten dişaridan

gelse, insan onunla mücadele edebilir. Ama bu bizim içimizden, kendi

düşüncelerimizmiş gibi gelirse ne yapabiliriz? Değişik ambalajlarda gelirse ne

yapariz? En tehlikeli taraf da bu olmaktadir. Bununla mücadele etmek doğrudan

doğruya "maji"nin konusuna giren bir husustur. Majik bilim işte, bu mutavassit

(süptil, lâtif) âlemin maddeleri ile ilgili olmak ve o maddelerin kanunlarindan

yararlanarak, fizik âlemdeki bazi düzenleri değiştirmek, ona hâkim olmak şeklinde

karşimiza çikmaktadir. Oldukça zor ve çok tehlikeli bir iştir. Çok bilgi,

sabir, centilmenlik ve gerçekten büyük bir terbiye istenen bir iştir.

Örneğin, Hz. Musa, bu büyük majisyenlerden biriydi. Majik bilgi ve kanunlari,

kendi inisiyatik bilgisi içerisinde (İsrail inisiyasyonu içerisinde) kullanmiştir.

 

Eğer kendisinin peygamberlik gibi bir görevi olmamiş olsaydi, çok güçlü bir adam

olurdu. Karşisinda kimse duramazdi. Ama o, büyük bir bilgelik içerisinde bu

gücünü kullanmiş, görevini bu şekilde tamamlamiştir. Onun için büyük

majisyenlerin çoğu bilinmez. Bilinen majisyenler esasinda gerçek majisyen

değildirler. Gerçek majisyeni perde arkasinda tutmak için bazilari öne sürülür,

herkes onlarla meşguldür ama diğerleri rahat çalişir.

 

Ezoterizm ile majik ve iniştik disiplinleri birbirine kariştirmamak gerekir.

Mistik, doğaüstü vasitasiyla, pasif bir hâlde hareket eder. İradi olmayan bir

uyaniş, hakiki tabiati her zaman tanimamiza izin vermez. Kendi gücüyle, kendi

çabasiyla olmayan bir araci kullanmak yoluyla bir uyanişa gitmek ister. Bu

bakimdan bazi majik bilgilerin herkese verilmesi psişik atom bombalarini

oluşturur. Spiritizm de bir çeşit majik çalişmadir.

 

Şu bakimdan ki mevcut olan fizik kanunun ötesindeki bazi kanunlarin

mevcudiyetini ariyor, onlari çoğu kez buluyor ve uygulamalardaki sonuçlarina

bakiyor. Sonuçlarla, ortaya konmuş olan ilke birbirini tutuyorsa, doğru yolda

olduğunu anliyor. Mistikler ve ilahiyat incelemeleri, ermişlerin ruhsal halleriyle

şakralar arasinda belirli bir dengenin var olduğunu göstermektedir. Gerçek fark,

spiritüel zincirin olmamasidir. Ezoterik çalişmada, bilindiği gibi, bir gelenek

vardir. Bu gelenek bir halkadan diğerine nakledilmektedir. Ezoterik

çalişmalardaki bilginin kökeni belli değildir.

 

Ezoterik çalişma yapan her inisiye başi belli olmayan zincirin bir halkasini teşkil

eder sonunda. Kendini yetiştirdiği zaman bir halka hâlini alir. Artik, kendisine

bağlanacak diğer halkalarin oluşmasina yardim etmeye başlar. Bu halkalar

ezoterik çalişmalarda devam edip gider. Ama mistik çalişmada bireyseldir bu. Ne

baş vardir, ne son. Kendisiyle beraber her şey biter. Spiritüel bir zincir yoktur...

Halbuki spiritüel bir zincirin olmasi, genel tekâmül için çok gerekli bir zorunlu

şarttir. Bu yüzden inisiyatik bir çalişma mistik bir çalişmaya daima tercih

edilmelidir.

 

Bir mistik kendisi için çalişandir. İnisiye ise aldiğini vermek zorundadir. Kendisi

bir zincirin halkasidir, tesiri de devamli geçirmek zorundadir. Mistikte böyle bir

akim söz konusu değildir. Ona bilgi gelmiştir, almiştir ve kendinde saklamiştir.

Klervoyandir, kendisi görür; klervoyandir, kendisi işitir. Devamli olarak bir

"hayret" içerisinde (hissedilen pek yüksek etki altinda gerçekten bir çözülme

tarzinda) bulunmak. Çok yüksek bir "acz" içerisinde kalmak. Burada kastedilen

üstün seviyeli bir "Acz"dir. Bu, çok yüksek bir etki ile temaşa içerisinde kalarak,

bütün benliğinden çözülme hâlidir. Evrenin her tarafini kuşatmiş olan büyük

tesiri her yerde, her şeyde müşahede eder. Bir şey de söyleyemez, çünkü bunlar

anlatilacak şeyler değildir. Kelimeye gelmez. Rüyada görülen çok değişik ve

ilginç renklerin tarif edilemeyişi gibi... Bu, fizik plândan gelmeyen bir etkidir,

onun için anlatilamaz.

 

Zihnimizde kavrami olmayan şeyleri anlatmak çok güçtür.

Kavrami olmadiği gibi, imajinatif örnekler de bulunmamaktadir. Dolayisiyla

anlatmakta muhakkak güçlük çekilecektir; mistik de öyle bir hayranlik ve

temaşa içindedir ki, bunlari anlatmasina imkân yoktur. Birçok mistiklerin

gözlemleri yapilmiş, sadece birkaç tane tutarsiz kelimenin ağizlarindan çiktiği

görülmüştür. Güzellik, işik, nur, aşk, mutlak vs. Ama inisiyatik çalişmalar bütün

bunlarin açiklamasini yapacak, bu bilgileri kuşaktan kuşağa nakledebilecek bir

sistemdir. Bunun memleketi, dini, mezhebi, irki, politikasi yoktur. Tradisyon

(gelenek), buna bağlanabilecek her insan içindir. Kuzeyden güneye, doğudan

batiya kadar...

 

Bu, inisiyasyona bağlanabilecek her insan içindir. O bilgiyi alip, kendinizde

geliştirip, başkasina verebilecek güçte iseniz, hangi dinden, hangi irktan, hangi

cinsten olursaniz olunuz, siz inisiyatik bir çalişmaya girebilirsiniz. Bunun

geleneği böyledir. Nitekim bunun örneklerini çok eski tarihlerden beri biliyoruz.

En büyük Grek inisiyeleri Misir'da yetişmiştir. Hint inisiyasyonlarinin büyük bir

kismi kuzey Asya'da ya da şamanik inisiyasyonlar içinde geçmiştir. Nihayet

Endülüs'deki inisiyatik okullar bütün Avrupa'yi geliştirmiştir. Rönesanslarini

hazirlamiştir. 264 yillik Endülüs Emevileri baştan aşaği Avrupa'yi inisiye

etmiştir.

 

Mistik, kendi geleneğinden tecrit edilmiştir. Oysa inisiye belli bir organizasyon

tarafindan taninmiş, kabul edilmiş ve yardim görmüştür. Majide durum

başkadir. Dinsel olmayan, deneysel ve geleneksel bilimdir. Din ile ilgisi yoktur.

Majisyen, her yerde majisyendir. Majik ameliyeler, majisyenin uygulamak

zorunda olduğu bazi kanunlara tâbidir. Kanunlarin da kanunlariyla hareket

etmek zorundadir. Bunun dişinda pek bir şey yapamaz. Ne gerekiyorsa, onu

aynen yerine getirmek zorundadir. Bunun için mutavassit dünyanin mevcut

psişik kuvvetlerini ele geçirir ve kullanir. Yani kanunun kanunundan yararlanir.

Çünkü bütün fizik âleme süptil âlemin bir etkisi vardir. O fizik âlemden süptil

âleme yükselmez, kestirme yoldan direkt olarak süptil âlemin tepesine çikar.

Dolayisiyla süptil âlemden fizik âleme iner. Halbuki zamanimiz parapsikologlari

süjeleri tek tek inceleyerek bunun tersini yapmaya çalişmaktadirlar. Yani fizik

plândan psişik plâna doğru yükselmeye çalişiyorlar. Halbuki majisyen, o

kanunlarin üzerindeki kanunu kavradiği için o da tersinden iniyor.

 

Bu seyyal güçler sinir sistemi ve kan araciliğiyla maddesel bedene bağlanmiştir.

Kuvvet alanlariyla kiyaslanabilir. Eşya âleminde bu kuvvetler bazi seyyal

varliklar araciliğiyla tesir gösterirler. Majik tesir, doğal elemanlari ilgi yoluyla

(tabiatlari, bünyeleri birbirine yakin olan şeylerin ilgisi anlaminda) birbirine

bağlayan bir mutabakat kanununa, karşilikli uyum yasasina dayanir. Ve bazi

cisimleri "Enerji meksefeleri" hâline dönüştürür. Majisyen bazen bu kuvvetleri

kendi bedeninde toplar. Yani kendisi meksefe (kondansatör) olur. Kapasitesini

aşan kudretleri kendisine çeker. Bunu yaptiği zaman, eğer hayirli bir adamsa,

bunlari müspet bir yolda kullanir; şer bir adamsa, menfi yollarda kullanir. Zaten

majinin ezoterik çalişmalardaki en büyük yeri budur. Bir yerde, inisiye de

kendisini kondansatör hâline getirmiş bir kişidir. Biriktirdiği nedir? Gelenek

yoluyla gelmiş olan temiz ve saf bilgilerin kendisidir. Bu bir enerjidir. Bu enerjiyi

başkalarina da verecektir. Elbette ki büyük bir majisyen ayni zamanda bir

inisiyedir. Zaten majisyenlerin çoğu inisiyeler arasindan çikmiştir.

 

Başiboş tesirlerle spiritüel düzen arasindaki bağ kopunca, bu majik tesirler

büyücülük sahasina düşer. Şeytani dediğimiz kara büyünün esas temelini bu

oluşturur. Gerçekten bir inisiye majisyen, majik tesirleri daima ruhani bir

seviyede tutar. Hiçbir zaman bunlari geri plânlarla temasa geçirmez. Eğer

majisyenin spiritüel düzenle aralarindaki bağ koparsa, bu kişi hemen büyücülük

sahasina giriverir. Çünkü o enerjiyi kullanmak zorundadir, insani yipratir,

mahveder. Bu ya hayirda ya da serde kullanilacaktir. Onun için majik bilimlere

girmek çok tehlikelidir. O enerji sizde birikince onu bir yerde kullanmak

zorundasiniz. Yani vücuda aldiğimiz besinin enerjisi gibi... Eğer kalp

hastasiysaniz, belirli dozda kalori almak zorundasiniz. Daha fazlasi yağ

yapacaktir, kalbin çalişmasini güçleştirecektir. O hâlde belirli hareketleri yapip,

o kaloriyi yakmak bedenin sağlikli kalmasini mümkün kilacaktir. Yani o

harcamayi yapmak zorundasiniz. İşte bir majisyen de tabiattan çekip aldiği

enerjiyi kullanmak zorundadir.

 

Halbuki spiritüel plânla ilişkisini iyi bir şekilde devam ettirirse, muhakkak ki,

enerji sarfi iyi yerde olacaktir. Ama onunla ilgisini kestiği anda artik her

türlüsüyle kara büyücülük ortaya çikacaktir. Şeytani dediğimiz kara büyünün

esas temelini bu teşkil etmektedir. Yani majik tesire sahip olmak, daha doğrusu

onu, mevcut olduğu yerden kendi bünyenize toparlamak. Bunu eğer spiritüel bir

seviyede muhafaza edebilirseniz, başkalarinin hayrina olan inisiyatik bir çalişma

içinde kullanirsiniz: Şifa verebilirsiniz, hastalari iyileştirebilirsiniz, gelecekten

haber verebilirsiniz, insanlarin şuurdişlarina olumlu tesirler yollayabilir, iyi

tohumlar ekebilirsiniz. İnsanlara iyi duygular verebilirsiniz. Sevgiyi, hoşgörüyü

artirabilirsiniz. Özellikle insanlarin egolariyla olan mücadelelerinde onlara

yardim edebilirsiniz. Onlara güç-kuvvet kaynaği olabilirsiniz. Ama bu tersine

çalişirsa, bütün bunlarin aksini yapabilirsiniz.

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Sohbete katıl

Şimdi mesaj yollayabilir ve daha sonra kayıt olabilirsiniz. Hesabınız varsa, şimdi giriş yaparak hesabınızla gönderebilirsiniz.

Misafir
Bu konuyu yanıtla...

×   Farklı formatta bir yazı yapıştırdınız.   Lütfen formatı silmek için buraya tıklayınız

  Only 75 emoji are allowed.

×   Bağlantınız otomatik olarak gömülü hale getirilmiştir..   Bunun yerine bağlantı şeklinde gösterilsin mi?

×   Önceki içeriğiniz geri yüklendi.   Düzenleyiciyi temizle

×   You cannot paste images directly. Upload or insert images from URL.

×
×
  • Yeni Oluştur...